Bugun...



ÖYKÜ / Kırıldığım Yerden Büyüdüm-3

Başucumdan bir an bile ayrılmayan hemşirenin dediğine göre yangınlarla, titremeler arasında sürüp giden tedavi süresince kâh nefesim gittikçe derinleşmiş kȃh pas kızılı renge bürünüp külleşen yüzümde ufacık bir hayat emaresine rastlanmamış.

facebook-paylas
Güncelleme: 28-08-2024 12:07:49 Tarih: 28-08-2024 12:02

ÖYKÜ / Kırıldığım Yerden Büyüdüm-3

Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü

Başucumdan bir an bile ayrılmayan hemşirenin dediğine göre yangınlarla, titremeler arasında sürüp giden tedavi süresince kâh nefesim gittikçe derinleşmiş kȃh pas kızılı renge bürünüp külleşen yüzümde ufacık bir hayat emaresine rastlanmamış. Bazı vakitler kanım büzülen damarlarımın içinde kurumuş kalmış, felce uğrayan irademin yansıdığı mor benekli yeşil gözlerim dinginlikten şimşeklenmeye doğru inişli çıkışlı bir döngü içinde buharlanmış...

Görünmez bir devin hışmına uğramış gibiydim. Kirpiklerimin arasında hep bir ıslaklık vardı, ha indi ha inecek. Karınca sürüleri gibi bölük bölük, katar katar üşüşüyordu zihnime hatıralar... Bundan yedi, sekiz ay önce bir gecenin sabahında uğramıştık felakete. Mülayim'im bana okuma yazmayı öğretecekti. Kalemin, kâğıdın yokluğuydu boynumuzu büken. Sonunda çaresini bulmuştum hınzırca. Çocukken oyunlarımın içinde dere kıyısında millenen sedef kumların üzerine dal parçasıyla çizdiğim resimler vardı. Birden anımsayıp muzipçe güldüm, resim çiziliyorsa yazı da yazılabilirdi. Mülayim'ime söyleyince,

“Kız sen okumuş olsaydın var ya… Beni almazdın kesin, ondan eminim de” diyerek hayranlığını belirtmişti.

“Öyle deme Mülayim'im, ben seni nerede olsan bulurdum yine,” deyip gülüşmüştük.

Odanın bir köşesine serdiğim kalınca kumlara bakıp iç geçire geçire zorla uykuya varmıştım sevinçten o gece...

Yalan olmuştu hepsi, hiç yaşanmamış gibi. Bana şimdi kim okuma yazma öğretecekti? Ya o gece yarılarına kadar yaptığımız sohbetler. Dilimin dönmediği kelimeleri düzgünce söyleyinceye kadar tekrar ettirmeler, saatlerce kitap okumalar, okuduklarını anlatmalar… Beni kim dinleyip içimdeki safrayı boşalttıracaktı? Bir zamanlar duvarlarını kahkahalarımızın yıkadığı odamızın dışındaki dünyadan bihaber ben, tuttuğum yegâne dal olmadan nasıl yaşardım? Yangın bombası düşmüş gibi harap olan ciğerlerime hangi baharın ılıman havası şifa verirdi? Öksüz bir çocuk gibi kimsesizdim, gariptim, çıkmaz sokakta yapayalnızdım. Aynada son gördüğüm ikimizin yüzüydü, Allah başka yüz göstermesindi, lakin tek başına nasıl yüklenecektim bu kahpe dünyanın yükünü. Keşke bir can yoldaşım, evladım olsaydı diye hayıflanarak gözlerime doluveren yükü seslice boşaltırdım çoğu kez. Son günlerde cankurtaranım olmuştu, sık sık ipine sarıldığım...

Hastaneden bedenim iyileşmiş olarak çıktım. Ya örselenen ruhum, toprakla beraber kayıp giden hayatım, hiçsizliğin pençesinde tarumar olan yaşanmışlıklarım ne olacaktı? Demek ki bundan sonra gecelerim hep onsuz geçecek, güneş o olmadan doğacak ve ben o olmaksızın karşılayacaktım sabahı…

Toprak kayması nedeniyle savaş alanına dönen nahiyemizde herkes el ele vermiş başlarını sokacak birer dam yapmışlardı. Telef olan hayvanlar, ziyan olan ekili bahçe ve tarlalar çöplük görünümündeydi. Nafakasını ziraat ve hayvancılıkla çıkaran nahiye halkı fakirlikten yoksulluğa düşmüş, gelen yardımlarla döndürüyorlardı hayat çarklarını. Evsiz kalmaya çoktan razıydım her daim yanımda, yanı başımda görmeye alıştığım Mülayim'im olsaydı keşke...

Birkaç hafta vefalı kayınpeder dostu komşularımla avuttum acımı, duyumsamadığım açlığımı. Moloz, taş yığınları arasında aradım geçmişimin izlerini. Canının derdine düşmüş insanların malları aklına bile gelmezken, yüreklerinde bir yudum izan olmayan, nasip kapma telaşına düşmüş uzak yakın diyarlardan gelen insanlar ne varsa alıp götürmüşler...

 

Bir gün komşum, gençten birisinin beni sorduğunu söyledi. Hayırdır, dedim kendi kendime. Benim kimim vardı ki arayıp soracak…

Derme çatma kulübemin önüne oturmuş, ağrıyan kemiklerimi güneşin sıcaklığına teslim edip gözlerimi kapatmıştım. Yanıma yaklaşan birinin sesini duyunca irkildim.

“Geçmiş olsun, başın sağ olsun Revzan Ana. Nasılsın, iyileştin mi bari?”

“Allah razı olsun oğul çıkaramadım seni, kimlerdensin?”

“Adım Hasan. Çoğu evi ben yaptım burada, dilim varmıyor ama rahmetli Mülayim abi iyi tanırdı beni, ruhu şad olsun. Seninle bir konu hakkında konuşmak istemiştim.”

“Hayırdır inşallah, neymiş konuşacağımız şu konu de bakalım.”

Eğer razı gelirsem moloz, taş yığını olan arsanın üzerine üç katlı ev, altına da birkaç dükkân yapacağını, arsa karşılığında da bana bir daireyle dükkân vereceğini, düşünüp taşınmamı bir hafta sonra gelip niyetimin ne olduğunu soracağını söyleyip gitti.

Efendi birine benziyordu, beni kandıracak hȃli yoktu ya. Sorup soruşturdum, Zonguldaklıymış. On beş yıldır burada çoğu devlet dairesi olmak üzere müteahhitlik yapıyormuş, yerlilerden birinin kızıyla evlenip barklanmış, buraya kök salmış.

Kabul ettim çaresizce, inşaat hızla yükselip bir seneye varmadan üç kat çarçabuk bitti. Hamiyetli komşuların yardımlarıyla daireyi oturulacak hȃle getirdim. Bu arada gündelik işlere gidiyor, mutfak masrafını çıkartıyordum.

Hasan Efendi sık sık bir şeye ihtiyacım olup olmadığını sormaya gelir, çayımı içmeden gitmezdi. Pek dert yanardı ailesinden üstü kapaklı, ben sormazdım anlatır da anlatırdı.

Bir gün yıllardır adlarını duymadığım, yüzlerini görmediğim iki görümcem birden peydah olup kendilerine düşen payı istediler. Eh hakları da vardı hani, ölüm hak miras helaldi. Nasıl bölüşecektik bir daire ile dükkânı. Besbelli satılıp üçe bölünecekti parası. Yine evsiz barksız ortada kalacaktım. Bu arada geri dönmeyi hiç düşünmedim, tüm özlemlerime rağmen. Beni para karşılığında on üç yaşındayken satan babam bu sefer de dedem yaşındakine satardı... Yıllarca içime hapsettiğim kızgınlığım soğumamıştı, aradan geçen bunca zaman ve son olanlara rağmen...

Çaresizliğimi bilen Hasan Efendi, bir gün mahcup ve heyecanlı bir şekilde hȃl hatır sormaya geldi. Tedirgindi, ağzındaki baklayı bir türlü çıkaramıyor lafları eğip büküyordu. Cesaretini toplayıp bir hamlede,

“Revzan Ana, seni, ne kadar da kızgın olsam bizi terk edip giden anam yerine kor, sever sayarım bilirsin. Sana bir şey diyeceğim ama münasip cümle kurup nereden başlasam bilemedim,” dedi.

“Söyle Hasan’ım çekinme, nedir seni bu kadar sıkıntıya sokan hȃl?”

“Anacığım, seni babamla baş göz etsek ha ne dersin?”

“Baş göz olmak mı Hasan’ım? Henüz soğumamış yüreğim her nefes alış verişimde kanarken mi? Mülayim'imin gölgesini, nefesini, gülüşünü sınırlı nefesimin son demine kadar hafızamda capcanlı tutmak niyetindeyken hem de…”

“Öyle de, hem senin hem babamla düşkün kardeşimin hayatı düzene girer, ne iyi olurdu ha Revzan Ana, bir düşün. Kabul edecek olursan Hasan senin kulun olur, kölen olur, sahip olmadığın oğlun olur...”

Hakikaten sahip olamadığım oğlum olabilir miydi acaba Hasan?

Gecenin hüzünlerle yoğrulan son dilimine kadar kavgalıydım nefsimle. Tersine akan hayatımın muhasebesiydi tuttuğum, düşüncelerime tercümanlık yapan sessiz gözyaşlarımın şahitliğinde. Korkulu bir rüyayı tekrar görmek gibi bir şeydi bu. Bir kıvılcım düştü içime tutuştu, yaktı, yandırdı. Her şeyi geri sarıp getirebilseydim eski yaşantımı, Mülayim'imi… Çıban patladı sonunda. İrin boşaldı, kendiliğinden akan gözyaşlarımla. Şükrün karşılığını veren Allah’ım elbette her şeyin en iyisini bilirdi… Yataktan fırlayıp göçlerimi dış kapının önüne yığdım. Tek tek vedalaştım hatıralarımla...

Mor salkımların, kiraz ağaçlarının henüz tomurcuğa durduğu bir bahar sabahıydı alacalı gök altında yola çıktığımızda. Aradan epey zaman geçmiş, vakit öğleye yaklaşmıştı. Yol boyunca değişen manzara imbikten geçirilmiş güzellikteydi. Adına deniz dedikleri yer yer soluk maviden laciverte dönen koca suyun etrafına serpilmiş evler, yeşilliklerin koynuna sokulmuş mavilikler arasında bir görünüyor bir kayboluyordu gözden. Ya başucumuzda fırdöndü gibi kavislenerek çığlık çığlığa denize pike yapan kuşlara ne demeli! Çok şaşırmıştım gördüklerime, yaşadığım yerlere benzemiyordu buraları, cennet dedikleri yer böyle bir yer miydi acep? Olsun, şehrim cennet olacağına evim cennet olsaydı bari. Acaba öyle mi olacaktı kim bilir?

Geldiğimizi duyan komşular meraklı nazarlarla göçün içeri taşınmasına yardım edip getirdikleri yemek sahanlarını bırakıp gitmişlerdi. Ev, bahçe içinde iki göz oda ve mutfaktan ibaretti. Bahçede envaı çeşit meyve ağacı rengârenk çiçeklenmiş, şımartılmayı bekliyor gibiydi.

Tanışma faslı kısa sürmüş, yemeğimizi yedikten sonra çaylarımızı içerken çekingen başladığımız sohbet koyulaşmıştı.

Saim Efendi madenciymiş vakti zamanında, tekaüt olunca bu beldeye yerleşmeye karar verip kendi çabalarıyla bu evi yapmışlar. Yüksek seyreden şekeri yapılan onca tedaviye rağmen olumlu cevap vermeyip gözlerine vurmuş. Ruhu ve duyguları bedeninden genç kalmış karısı gönlünü eyleyecek başkalarını bulup en sonunda da belalısıyla terki diyar eylemiş. Halim selim tabiatlı bir adamdı Salim Efendi, az ve öz konuşuyor utanarak sorduğum sorulara aklı başında cevaplar veriyordu. Veli, bedeni ve yaşına inat zekâca geri kalmış gibi gözüküyordu; çocukken geçirdiği havale beyninde araz bırakınca ne okula gidebilmiş ne de çalışma ortamında bulunabilmiş. Açıkçası anası da onu terk edince arafta bulmuş kendini, bu çocuk adam. Yüzü analı kuzular gibi güleççeydi her şeye rağmen...

Sohbet sonrasında hemen temizliğe giriştim yapılan tüm itirazlara rağmen. Süpürüp sildim, toz aldım, her şeyi silkeledim uzun uzun. Göçümü açıp eşyaları yerleştirdim, kalan işleri ertesi güne bırakarak ilk tanışmanın üzerimde yarattığı iyi intiba ile günlerden beri ilk kez huzur içinde uykuya daldım.

Hasan oğlumun işine, çoluğuna çocuğuna bir an evvel kavuşması için hükümet nikâhımız yıldırım hızıyla kıyılmıştı.

Yine evlenmiştim düğünsüz, kınasız ama olsun bu sefer mecburiyetten de olsa rızam vardı en azından. Hiç sahip olamayacağım zannıyla yüreğime çöreklenmiş evlat acım sona ermiş, kapı gibi iki erkek çocuğuna sahip olmuştum.

Bahçeye kazan vurmuştum, Salim Efendi çalı çırpıyla altını ha bire ateşliyordu. Perdeden halıya, peşkirden uçkura evde ne varsa kaybolan renkleri eski hâline gelene dek günlerce yıkayıp durdum.

Bütün bu işleri zevkle yaparken Salim Efendi hep yanımda, yanı başımdaydı aynı Mülayim’im gibi. İçimden yükselen şükran duygularıyla dilime dolanan dualarımı salıverdim açıkça. Hatta kendi elleriyle hazırladığı şerbeti ikram etti, sevgi ve saygıyla karışık minnet duygularını esirgemedi benden…

Devam edecek...

 




Bu haber 1242 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÜLTÜR-SANAT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI