Bugun...



Akbelen’de, “Kömüre Karşı Yaşasın Zeytin Ağacı” Paneli Yapıldı

Akbelen orman nöbetinin 505. Gününde, Akbelen’de kömüre karşı yaşasın zeytin ağacı” temalı panel düzenlendi. İkizköy Çevre Komitesi tarafından düzenlenen panele Muğla’nın değişik ilçelerinden çevre dostu ve aktivistler katıldı.

facebook-paylas
Tarih: 05-12-2022 15:16

Akbelen’de, “Kömüre Karşı Yaşasın Zeytin Ağacı” Paneli Yapıldı

NEVZAT ÇAĞLAR TÜFEKÇİ

Akbelen orman nöbetinin 505. Gününde, Akbelen’de kömüre karşı yaşasın zeytin ağacı” temalı panel düzenlendi. İkizköy Çevre Komitesi tarafından düzenlenen panele Muğla’nın değişik ilçelerinden çevre dostu ve aktivistler katıldı. Konuşmacılardan Çiftçi-Sen örgütlenme sekreteri Adnan Çobanoğlu, ”Gıda egemenliğinde zeytinin yeri” üzerine konuşurken; Rize-Fındıklı’nın CHP’li belediye başkanı Ercüment Şahin Cervatoğlu ise “Yerel yönetimler ve Yerel mücadeleler” konusunda açıklamalarda bulundu, bu alandaki yerel yönetim pratikleri hakkında bilgiler verdi. Toplantının yönetimi MUÇEP sözcüsü Neşe Tuncer tarafından gerçekleştirildi.

Toplantıdan önce İkizköy Çevre Komitesi Üyesi ve KARDOK Başkanı Necla Işık bir konuşma yaptı. Işık şöyle konuştu: “505. Günde burada sizlerle birlikte olmak, İkizköylüler olarak, bizim için bir şeref. Şu muhteşem Akbelen ormanı için dört yıldır, bir mücadele içindeyiz. Kendimizi direnişin içinde bulduk. Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm yıkımlardan, bu mücadele ile haberdar olduk. Karşımızda şirket, mahkemesiyle, devletiyle, jandarmasıyla, her defasında bizim karşımıza çıksa da, berbat bilirkişi raporları çıkartsa da, mahkeme yürütmeyi durdurma kararını kaldırmış olsa da; biz mücadele etmekten vazgeçmeyeceğiz. Kazanıncaya kadar, direneceğiz. Nöbet alanını bırakmayacağız. Burayı bırakırsak, teslim olmuş olacağız. Direnişimizin 505. Gününde Akbelen Ormanı için adalet demeye devam edeceğiz. Mahkemelere, Bilirkişilere çok güveniyorduk ama görüyoruz ki hiçbirinde vicdan yok, gözleri kör olmuş, kulakları sağır, kalpleri taşlaşmış bu kişilerin. Akbelen’in ölüm fermanını imzalamış oldular. Şirket buraya ne zaman girerse girsin, en başta nasıl yaptıysak yine hiç korkmadan karşılarına geçeceğiz ve kestirmemek için o ağaçlara tek tek sarılacağız. Gerekirse kendimizi zincirleyeceğiz. Önce bizi sonra bu ormanı kesin diyeceğiz. Burası giderse bizim her şeyimiz gidecek, nefesimiz gidecek. Türkiye olarak çok büyük kayıp yaşayacağız. Burayı kaybedemeyiz. Burada 4 yıldır inançlı ve karalı bir şekilde direniyoruz ve öyle kolay burayı kaybedemeyiz. Direnmeye devam edecek ve kazanacağız. Bizim kaybedecek bir şeyimiz yok, biz her şeyi göze aldık. 780 dönümlük orman alanını kömüre feda ettirmeyeceğiz. Akbelen bizimdir, bizim kalacak.”

Konuşmacılar şunları anlattı:  

Adnan Çobanoğlu (Çiftçi-Sen Örgütlenme Sekreteri): Akbelen direnişi doğanın katledilmesine karşı bir direniş olduğu kadar aynı zamanda şirketlerin doğayı metalaştırmasına karşı da bir direniş. Gıda egemenliği kavram olarak kısaca her halkın kendi kültürüne uygun ürünü üretmesi, tüketmesi ve erişim hakkıdır. Bunu, 1996 yılında Çiftçi-Sen’in de üyesi olduğu Dünya Çiftçi Örgütü, dünya gıda zirvesinde dillendirmiştir. ‘Bizim kendi kültürümüze uygun ürünleri üretme, tüketme erişme hakkımız vardır, bize farklı kültürlerin, şirketlerin gıdalarını dayatmayın’ demiştir. Gıda egemenliği böyle bir kavramdır ve biz yıllardır bunun mücadelesini veriyoruz. Kendi kültürümüze uygun gıdayı üretme, tüketme ve erişim hakkımızı sürekli elimizden almak üzere hamleler yapılıyor. Bugün gıda krizi diye ifade edilen şey işte tam da budur. Bu hakkın elimizden alınmasıdır. Bu, doğayı metalaştırma, doğayı para olarak görüp, doğayı yok etme üzerine kurgulanmıştır.

Marshall ve Truman Yardımlarıyla halk, margarine alıştırıldı

Türkiye açısından baktığımızda zeytin bunun neresindedir? Aslında Türkiye kültürü açısından yağ tüketimi geçmişte sadece hayvansal yağlar ve zeytinyağıdır. Türkiye zeytinin anavatanıdır aynı zamanda. Zeytine ilk saldırı 1900’lerde başlıyor. 1904’te ayçiçeği tohumu getirildi ve Trakya’da ekilmeye başlandı. İlkönce evlerde süs bitkisi olarak yetiştirilen ayçiçeğinin 1934’den sonra yağı çıkarılmaya başlanıyor. Asıl tehlike ise 1950’lere gelindiğinde başlıyor ve Marshall-Truman yardımları adı altında yardımlar geldi. Bunun koşullarından birisi şuydu: nebati yağ dediğimiz margarinlerin ve mısırözü yağının, mısır yağının Avrupa ve Amerika’dan alınmasıydı. Dayattıkları sistemin içinde öyle bir şey yaptılar ki depolarında biriken mısır yağını bize Türk parasıyla sattılar. Zeytinyağını ise bizden dolarla satın aldılar. Hızlı bir şekilde bize sanayağına, vitayağına alıştırma işlemine başladılar. Bu da yetmedi daha sonraki süreçte, kanolayağı, soyayağını da bize verdiler ve bunlar zeytinyağının içine karıştırılarak satılmaya başlandı. Yani bir halkın kendi kültürüne uygun gıdayı üretme-tüketme ve erişme hakkını elinden almaya başladılar. 50’li yıllarda onbinlerce zeytin ağacı yok edildi. ABD para verdi bir kısmını yok ettirdi, bir kısmını da aldı götürdü. Bu süreçler yaşanırken 1939 yılında zeytincilik kanunu çıkarıldı. Bu kanun zeytinlik alanların 3 km yakınına kadar herhangi bir tesis kurulamaz, madencilik faaliyetlerine izin verilemez diyor.

Zeytincilik kanununu altı sefer değiştirmek istediler

2002 yılından bu yana altı sefer zeytincilik kanununda değişiklik yapmak istediler ama tepkiler üzerine yapamadılar. Bunu bu sefer kanun hükmünde kararnamelerle delmeye çalıştılar. Bunun en somut örneğini Yırca’da gördük. Daha önce Neo-Liberal tarım politikaları nedeniyle bazı ürünlerin üretimi ve ekimine sınır konulmaya başlanmıştı. Boş kalan tarlalara zeytin dikimi için teşvik verdiler. Yırca’da KHK ile zeytinleri yok ettiler. Bunlar doymak bilmiyor. Doğayı katlederek kendi sermayelerini büyütme derdindeler. Bu nedenle saldırıdan bir türlü vazgeçmiyorlar. AKP iktidarları ve ondan önceki dönemlerde de bu hep böyle oldu. Mahkeme kararlarına, yürütmeyi durdurma kararlarına o zaman da uymadılar. Sistem öyle işliyordu çünkü. Bu konuda doğrudan tavır alışa yönelmemiz gerekiyor. Sorun sadece herhangi bir parti değil. Sorun şirketlerin lehine politikalar uygulayan tüm partiler ve politikacılar ile devletin kendisidir. Bugün bunu AKP yapıyorsa, yarın başkalarının bunu yapmaması için bizim bu mücadeleyi yapmamız, bu direnişleri örgütlememiz gerekiyor.

Köylü Hakları Bildirgesi

Enerji Bakanlığının 1 Mart’ta çıkardığı KHK ile zeytinlik alanların sözde kamu yararı için ama aslında şirketlerin yararı için katledilebileceği yönetmeliği çıkarıldı. Bunun iptali için Çiftçi-Sen olarak mahkemeye başvurduk. Danıştay’da bu dava sürüyor. Danıştay 8 ve 10. Daireden oluşan kurul bu yönetmeliği iptal etmelidir çünkü geçmişte bunun örnekleri var. Tüm bunlara yönelik olarak bizim sesimizi yükseltmekten başka çaremiz kalmıyor. Bundan 3 sene önce BM’de Köylü Hakları Deklarasyonu diye kırsalda yaşayan köylüler vd. insanların hakları deklarasyonunu BM’ye sunduk ve genel kuruldan geçti. Bu deklarasyon neyi ifade ediyordu: herkesin sağlıklı suya, havaya, gıdaya, tohuma erişim hakkı vardır. Bu hakları korumakla hükümetler sorumludur. TC hükümeti çekimser oy verdi bu deklarasyona. Biz şimdi bunun için mücadeleyi büyütmeye çalışıyoruz. Köylü hakları iç hukuk düzenlemesi haline gelmesi gerekir ki birçok davayı da doğrudan etkileyecek sonuçlar bunlar. Yani sağlıklı iklime, sağlıklı doğaya erişim hakkımızın kabul edildiği bir yasa olduğu zaman, hiçbir mahkeme zeytin ağaçlarının katliamına evet diyemeyecek. Uluslararası hukuk, her zaman daha ön plandadır ve uyma zorunluluğu vardır.

JES’ler, HES’ler doğaya zarar veriyor

Köylü hakları iç hukuk haline gelirse, bir şirket su kaynaklarımıza el koyamayacak, HES kuramayacak, kirletemeyecek. Hiçbir şirket binlerce yılda oluşmuş olan tohum ıslahı üzerinden sertifika alarak para kazanamayacak. Bütün bunlara dönük olarak biz diyoruz ki üreticisiyle, tüketicisiyle sağlıklı suya, sağlıklı iklim koşullarına sahip olmak zorundayız çünkü sağlıklı ürün ve gıda, sağlıklı ortamlarda yetişir. JES’lerin olduğu yerlerde bir çiftçi hiçbir kimyasal kullanmasa bile o ürünün sağlıklı olmasında bahsedilebilir mi? İşte incirler geri dönüyor. Manisa ve Alaşehir’de JES’lerin bulunduğu iklimde yetişen üzümlerin sağlıklı oluşundan söz edilebilir mi? O zaman bizim akademisyenleriyle, üreticisiyle, ekoloji ve çevre mücadelesi veren insanlar, örgütler olarak bir araya gelip bu köylü hakları deklarasyonunu da uygulatmak üzere harekete geçmemiz lazım. Zeytini koruma mücadelesi, tam da gıda egemenliğini büyütme mücadelesinin bir parçası. Açlığa karşı, şirketlerin kontrolüne geçen gıda sistemini değiştirmenin bir parçası. Bunu değiştirebiliriz. Akbelen sadece bir çevre katliamına karşı duruş değil, aynı zamanda ülkede ve dünyada yaşanan ekolojik krize, ülkede ve dünyada yaşanan gıda krizine bir karşı duruş ve cevaptır.  

ÇEVRE MÜCADELESİ İÇİNDE YEREL YÖNETİMLER

Ercüment Şahin Cervatoğlu(Fındıklı Belediye Başkanı): Akbelen direnişi bir özgürlük mücadelesidir. Sadece gıda egemenliğini yakalamak değil, demokrasiyi getirme mücadelesidir. Tek adam rejimine karşı demokrasiyi isteyenlerin mücadelesi aynı zamanda bu. Yerel yönetimlerde alternatif bir çalışma yapıyoruz. Sizin doğanız, sizin insanınız yoksa sizin canlılarınız, ağacınız, ormanınız yoksa suyunuz yoksa orada yaşam da olmayacağı için sizin orada bir yerel yönetici olmanızın da bir anlamı yok. Oradan yola çıkarak, Kuzeyin mücadeleci insanlarından, dostlarınızdan selam getirdim. Yani Cerattepe’den, Fındıklı HES mücadelesinden, yani İkizdere’den…

Fatsa pratiğini örnek aldım

Ben ilk aday olduğum zaman nasıl yapacağız diye düşündüm ve 70’li yılların sonunda Fatsa Belediye Başkanı olan Terzi Fikri’yi(Fikri Sönmez) kendime örnek aldım. Ben onu tanımadım. Onun pratiğinden, okuduklarımdan yola çıkarak, ‘ne yapabiliriz bulunduğumuz yerde?’ diye düşündük. Ne Fatsa tekrarlanabilir ne de Fikri Sönmez tekrarlanabilir.  Haksızlık ta olurdu, bu. O zaman dedik ki yönetim anlayışını değiştirelim. Belediye başkanı olarak halk bizi piramidin en tepesine çıkarıyor. O zaman halkla bütün ilişkiler kopuyor. Neden kopuyor? Halk geliyor, size ulaşmak istiyor, zabıtayı geçecek, yetmez sekreterinizi geçecek, yetmez özel kaleminizi geçecek. Bu süreçte halkın size ulaşması mümkün değil. Adaylık sürecinde biz onlara tek bir şey vadettik: Piramidi tersine çevireceğiz. Belediye başkanı en altta, Fındıklı Belediye meclisi onun üstünde, halk meclisi onun üstünde, en yukarıda yani piramidin tepesinde Fındıklı halkı olacak, bunu doğayı ve yaşamı savunarak yapacağız dedik.

Çevre ve ekoloji mücadelesi her yerde

Sonra Fındıklı halkı evet bu görevi siz yapın diye görev verdi ve o gün bu gündür görev yapıyoruz. Akbelen’de yaşam mücadelesi veriliyor. Biz size 1600 km uzaktayız. Bizim için bu mücadeleyi veriyorsunuz. Hakkâri’de, Edirne’de yaşayan için. İkizdere’de de aynı mücadele veriliyor. İşkencederesi’ndeki bal ormanları yok olmasın diye mücadele edenler, Çamlıhemşin yaylalarında mücadele eden Havva teyzeler, aslında buradaki teyzelerimiz, ablalarımızla buluşuyor. Yani demokrasi ve özgürlük mücadelesi veriliyor bir bakıma hep birlikte. Burada iki gün önce mahkeme yürütmeyi durdurma kararını iptal etti. Bu çok hızlı oluyor. Sermaye için adalet çok hızlı gerçekleşiyor. İkizdere’de yürütmeyi durdurma kararı, tüm belgeleri sunulmasına rağmen aylarca verilmedi. Orada Cengiz inşaat lehine o karar verilmedi. Maalesef böyle bir düzende yaşıyoruz. Adaletin olmadığı, adaletin sadece sermaye ile eşdeş algılandığı, bizi yok saydığı, bir düzende yaşıyoruz. Bunu değiştirecek olan da Akbelen’deki zeytinime dokunma diyen, yaşam alanını savunan, ben burada yaşamımı sürdürüyorum, ben buranın yabani hayvanıyla, canlısıyla, bitkisi ve ağacıyla birlikte mutluyum diyen direnişçilerle…

Kentler ve sağlıklı gıda

Kentimizde çok güzel binalar, altyapı yapabiliriz. Yaşadığımız kente çok güzel hizmetler sunabiliriz. Etrafınızda yaşanacak bir alan, nefes alacak bir alanınız yoksa içme suyunuzda sorun varsa, sağlıklı gıdaya erişemiyorsanız; o güzel altın yıldızlı binaların içinde yaşasanız bile aslında yaşam çekilmez olur. Yerel yönetimler tam da bu noktada doğasına, yaşamına, yaşam alanlarını savunma noktasında; sermayenin değil halkın yanında yer alma noktasında birincil sorumluklar taşıyan örgütlenmelerdir diye düşünüyorum.

Dolayısıyla bize alanlarımızda ormanlarımızı, yollarımızı, canlılarımızı koruyacak politikalarla birlikte kenti planlamamız ve düşünmemiz gerekir. Örneğin Karadeniz’de ulaşımla ilgili bir örnek vereyim. Samsun’dan Sarp’a yaklaşık 600 km deniz sahilinde, deniz ve dağ küstürüldü birbirine: sahil yoluyla. Niçin? Daha konforlu ulaşım için. Bu teknolojik olarak daha nitelikli yapılabilirdi. Daha az zarar verici de olabilirdi. Şu anda o sahilde yaşayan bütün halk, o denize ulaşabilmek için büyük engeller aşmak zorunda. Şöyle bir örnek vereyim. Seçim çalışmasında bir mahallede bir ablamız (denizin karşısında oturuyor, sahil yolu onları denizden ayırmış), engelli çocuğunu denize götürmek istiyor, iki km giderek, çocuğunu sırtında taşıyarak denize götürüyor. Sonra yine çocuğunu sırtında iki km taşıyarak evine getiriyor. Fakir bir aile. Ağlanacak durum.

Yerel yöneticiler, doğa mücadelesinden halkın yanında taraftır

Yerel yöneticiler buna çözüm bulmazsa, merkezi hükümet sadece sermayedarlar çerçevesinde bu politikaları yaparsa; hani insan odaklı politika, hani yaşam odaklı politika. Yok! Tam da bu noktada bizlerin, yerel yöneticilerin orada taraf olması gerekiyor. İkizdere bize 140 km uzaklıkta. İkizdere direnişi olduğu zaman biz kadın koromuzla, belediye çalışanlarımızla geldik, belediye başkanı olarak, birey olarak ta bütün mücadelelerinde yer aldık. Daha sonra Ulaştırma Bakanı geldi. Belediye başkanlarıyla gitmiş. Bizim haberimiz olmadı tabi. Vatandaş Fındıklı Belediye başkanını niye getirmediniz diye sorunca, kem-küm etmişler. Beni aradılar hemen oradan. Ben halk çağırırsa gelirim, benim yerim belli, halkın yanıdır. Halkın yanı çevre ve ekoloji mücadelesidir, sermayenin yanı değildir dedim. Belediyelerin bu anlamda ciddi sorumluluğu olduğunu düşünüyorum. Ben böyle davranmaya çalışıyorum.

Yerel yöneticileri denetleyen, bağımsız yapılar olmalı

Bizlerin eksikliği yok mu? Elbette var. Bir alanı, kenti düzenlerken, kentsel planlamada, daha konforlu yaşam elde etmek için gerek teknolojiyi gerekse betonu tercih etmek zorunda kalıyoruz. Doğa talanı sadece burada veya Karadeniz’de değil. İliç’te var. Siyanürle altın elde ediyorlar. Siyanürün Fırat nehrine karışmasını ve oradaki zehirlenmeyi düşünün. Akdeniz bölgesinde var. Her yer talan edilmeye çalışılıyor. Onurlu insanların mücadelesi, bu talanı, bir nebze durduruyor. Önümüzdeki süreçte, doğayı ve yaşamı savunanların, demokrasi ve hak alma mücadelesinde yer alacak örgütlenmelerin içinde yer alması gerektiğini düşünüyorum. Tam da siyasi partilerin dışında, bağımsız, bunun A partisi B partisiyle ilgisi yok. Ben CHP belediye başkanıyım. CHP yanlış yapıyorsa, onun belediye başkanı olarak ben yanlış yapıyorsam, benim karşımda duracak ve mücadele edecek yapıların olması lazım. Burada siyasal anlayışımızın ya da kullandığımız oyun rengi değil, aslında yaşamsal ideolojimizin temelinin önemli olduğunu bilmemiz gerekir. Bu anlamda bir örgütlülüğün içinde olursak, anlamlı olur. Aksi takdirde biz bildiğimizi yaparız. Ortak aklı bu yapılanmayla oluşturabileceğimize inanarak belediyecilik anlayışımızı sürdürmeye çalışıyoruz.

Fatsa’dan sonra bir yerel yönetim deneyimi: Fındıklı örneği

Sözün-yetkinin ve kararın halkta olacağı ve bunun kapıda yazdığı, kapısının olmadığı, makamı-makam şoförü, sekreterinin, özel bir korumamın olmadığı bir belediye başkanıyım. Haftanın bir günü belediye işçisi olarak çalışıyorum. Bizde Meci Manifestosu var. Yani imece. 2019 yılında bu konuda bir manifesto yayınladık. Meci Anayasası oluşturduk ve imece kültürüyle bir belediyecilik yürütüyoruz. Hiçbir alanda ihale yapmıyoruz. Sıfır ihale var. Hiçbir işimizi özelleştirmiyoruz. Bütün mekânlarımızı biz kendimiz işletiyoruz. Aydın Boysan bizim hemşehrimiz. Bir Aydın Boysan meyhanesi açtık. ‘Belediye meyhane açar mı?’ dediler. Açar, dedik. Belediyenin meyhanesini de imece usulü açtık. Mücadelenin kendisi, üretenin yöneten olacağı bir anlayışın temelini oluşturabilecek ama bireyi sadece bireyi; seçtik diye yalnız bırakmayacak, sorgulayacak, ona katılacak, katılım mekanizmalarını zenginleştirecek, bir yapı oluşturmadıktan sonra, burası için de Fındıklı için de, Hakkâri, Edirne, Antalya için de başarılı olmamız ancak yerel düzeyde kalacaktır.

Kent yönetiminde Halk Meclislerinin önemi

Fındıklı’dan örnek vereyim. Biz Halk Meclisleri kurduk. Halk meclislerinden gelen her türlü karar, sadece oylanır. Eğer siz katılmıyorsanız, siz sorgulamıyorsanız, o meclislerin içini doldurmuyorsanız, o zaman o belediyede örgütlü olan o belediye başkanı, belediye meclisi ve çalışanlarla karar vermek zorunda kalır. Ne derece örgütlediniz, ne derece halka gidebildiniz, ne derece yaşam mücadelesinin içinde çevre ve ekoloji konusunda topluma öncülük yaptınız diye soracak olursanız çok başarılı olduğumuzu söyleyemeyiz. Başarılıyız ama hedef koyduğumuz noktada değiliz. Çünkü o kadar yabancılaşmışız ki, o kadar ötekileştirilmişiz ki o kadar yenilmişiz ki aslında tam 40 yıldır yaşam mücadelesi, eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenler, düşünen insanlar işkence görüyor, zulüm görüyor. 12 Eylül askeri yönetimi, despot faşist rejim işkence yaptı ama bu kadar hukuksuz, bu kadar talancı, bu kadar fütursuz davranamamıştı. 12 Eylül 1980’den bugüne geldiğimizin 42’nci yılda;  mevcut sistem çok daha ağır sonuçlar ve bedeller ödetiyor bize. Bunu değiştirmek te bizim elimizde diye düşünüyorum. Önümüzdeki süreçte sadece sandığa gidip oy kullanmak değil, örgütlü bir yapıyı oluşturabilme, farklılıklarınızı zenginliğimiz olarak düşünüp, daha özgür, çocuklarımızdan ödünç aldığımız bu geleceği,  bu dünyayı onlara sağlıklı bir şekilde bırakabilmektir diye düşünüyorum.

 




Bu haber 1410 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER ÇEVRE Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI