Bugun...



Covid-19 dünyasında yeni bir toplumsal coğrafyaya doğru

Covid-19 salgınıyla birlikte dünyanın birçok yerinde talebin azalmasıyla tetiklenen ekonomik kriz ve işsizlik, kırsala dönüş eğilimi olarak kendini gösteriyor. Türkiye’de şehirli nüfusun önemli bir kısmının hala kırsalla bağlarının kopmamış olması ve son yıllarda kırsal kesime yaşanan kentli göçü, önümüzdeki dönemde bu eğilimin Türkiye’de biraz daha farklı ve belki de daha yoğun bir şekilde yaşanmasına neden olabilir. Köye dönüş bir çözüm mü, kimler dönme eğilimi gösterecek?

facebook-paylas
Güncelleme: 26-09-2020 00:28:18 Tarih: 26-09-2020 00:21

Covid-19 dünyasında yeni bir toplumsal coğrafyaya doğru

Yazarlar: Çağlar Keyder ve Zafer Yenal

21 Eylül 2020

https://sarkac.org/wp-content/uploads/2020/09/vangogh-peasants-going-to-work-696x551.jpg Vincent Van Gogh, Çalışmaya giden köylü çift tablosu, 1890 (Wikimedia Commons)

Covid-19 salgınıyla birlikte dünyanın birçok yerinde talebin azalmasıyla tetiklenen ekonomik kriz ve işsizlik, kırsala dönüş eğilimi olarak kendini gösteriyor. Türkiye’de şehirli nüfusun önemli bir kısmının hala kırsalla bağlarının kopmamış olması ve son yıllarda kırsal kesime yaşanan kentli göçü, önümüzdeki dönemde bu eğilimin Türkiye’de biraz daha farklı ve belki de daha yoğun bir şekilde yaşanmasına neden olabilir. Köye dönüş bir çözüm mü, kimler dönme eğilimi gösterecek? Sosyal coğrafyamızda Covid-19 ile neler değişiyor, neler değişecek?

Covid-19 Yer ve Mekân

Covid-19 salgınıyla birlikte restoranlarda yemek yiyenlerin, alışveriş merkezlerine gidenlerin, sergileri dolaşanların, turlara katılanların sayısı muazzam derecede azaldı. Yazın başında sokağa çıkma yasaklarının kalkmasıyla birlikte daha çok insan dışarıya çıkıyor olsa da tam anlamıyla eskiye dönüşün hayli zaman alacağı çok açık. Haklı olarak insanlar tedirgin olmaya, endişelenmeye devam ediyor. Salgının sebebiyet verdiği kaygılar ve belirsizlikler mekân ve yerle kurduğumuz ilişkiyi belki de yapısal olarak dönüştürecek hem edimsel hem de düşünsel manada bir dizi yeni eğilimi hayatımıza soktu. Bunların epey önemli bir kısmı da yediklerimiz ve içtiklerimiz etrafında kendini gösteriyor.   

Örneğin, birçok insan için artık Çin’deki sarımsağı, Kanada’daki mercimeği, Güney Amerika’daki cevizi soframıza ulaştıran uzun tedarik zincirlerini anlamak ve meşru görmek eskisi kadar kolay değil. Sağlıklı ve yeterli gıdaya erişimin toplumun özellikle daha yoksul kesimleri için sorunlu bir hale gelme tehlikesinin belirmesi, gıda güvencesi ve gıda egemenliği gibi kavramlar etrafında yerel ve bölgesel gıda tüketimini bir hayat tarzı tercihi ya da siyasi bir duruş olmanın çok ötesine taşıdı. Yaşadığımız yerlere yakın yerlerde üretilmiş yiyeceklere erişim, dünyada sağlıklı bir şekilde var olabilmenin önemli koşullarından birisi haline geldi.[1] 

Yine pek çok insan için ekmeği makarnası da dahil olmak üzere sofraya konacakların evde pişirilmesi, sadece yeni nesil orta sınıf kültürünün bir parçası olarak gündeme gelmiyor. Dahası bu eğilim toplumun büyük çoğunluğu için sadece genel hijyen ve sağlıkla ilgili endişelerle şekillenmiyor. Meselenin giderek daha yakıcı hale gelmesinin çok bariz bir de ekonomik yönü var: İşsizlik sayılarının giderek kabardığı, devletin sağladığı geçici desteklerle hanesini geçindirmeye çalışanların sayılarının milyonlara ulaştığı bir dönemde yemek pişirmek de dahil olmak üzere her türlü hane içi ekonomik faaliyete (householding) yönelmek maddi bir zorunluluk olarak karşımıza çıkıyor. Ayrıca internet, televizyon ve dijital teknolojilerle hemen herkesin hayatında daha geniş yer kaplayan çevrim içi eğitim ve internet alışverişleri gibi gelişmeler bildiğimiz mekânsal ilişkileri ve bunlarla ilintili sosyal ilişki formlarını iyiden iyiye yeniden şekillendiriyor ve değişimi farklı toplumsal alanlara yayıyor. Kısacası, sosyal coğrafyamızın belki de radikal bir biçimde dönüşeceği yeni bir döneme giriyoruz. 

Dünyada ve Türkiye’de sosyal coğrafyanın, bu coğrafya içerisinde yer ve mekân kavramlarının ciddi şekilde dönüştüğü dönemleri daha önce de yaşadık. 19. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkan yeni zengin sınıfın şehirlerdeki kesifleşen duman ve artan yoksulluktan kaçarak Londra’nın ve diğer büyük kentlerin periferisindeki kırsal bölgelerden emlak satın alması tarihte önemli örneklerden. Ya da İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika’daki banliyöleşme (suburbanization) olgusu, keza 1980’lerde artan suç oranlarıyla birlikte zenginlerin şehir merkezlerinden banliyölere taşınması, sonraki ‘soylulaşma’ döneminde büyük kentlerde yeni bir canlanma yaşanması, yine sosyal coğrafyadaki dönüşümler konusunda düşünülebilecek önemli tarihsel örnekler arasında. Bunlara benzer tarihsel örnekler elbette Türkiye’de de var. 1980’lerden sonra özellikle İstanbul’un eski mahallelerinde gördüğümüz  soylulaşma eğiliminden yine aynı dönemde zengin sınıflar arasında kendini gösteren güvenlikli sitelerde yaşama arzusuyla ortaya çıkan Göktürk tarzı mahalleler, Türkiye’de şehir yaşamının dönüşmesinin toplumsal coğrafyayı yeniden biçimlendirdiği örnekler arasında.  

Toplumsal coğrafyanın dönüşümüyle ilgili bütün bu örneklere yakından baktığımızda, büyük kitlelerin mekân algısını ve yerle kurdukları ilişkiyi değiştiren büyük boyutlu ekonomik ve siyasi altüst oluşlar karşımıza çıkıyor. 19. yüzyıla damgasını vuran sanayileşme ve yoksullaşma, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın gösterdiği ekonomik performans ve bunun kitlesel tüketime yön vermesi, 1980’ler sonrası yaşanan neoliberalleşmeyle birlikte ortaya çıkan kentlerin tüketime odaklanmaları, gelir eşitsizliği ve kültürel kutuplaşmalar gibi… İçinden geçtiğimiz salgın aylarının bir önemli özelliği de birçok sosyal bilimcinin dünyada ekonomik ve sosyal olarak yeni bir döneme girildiğine dair gelişmelere işaret ettiği bir dönemle kesişmesi. 2008 krizinden sonra globalleşmenin yavaşlaması ve birçok alanda korumacılığın ve ticaret savaşlarının artması, dijitalleşme ve robotlaşmanın iş ve istihdam süreçlerine etkileri, Çin’in dünya ekonomisindeki ağırlığının büyümesi ve Amerika’nın hegemonik konumunun zayıflaması, hemen her yerde iktisadi eşitsizliklerin pike yapması, demokrasinin krizi ve popülist otoriter rejimlerin siyasi arenadaki hakimiyeti ve pek çok yerde iyiden iyiye kendini gösteren çevre krizi bu gelişmelerden bazıları. Yani salgın ve salgınla birlikte kendini gösteren iktisadi daralmanın içine doğduğu dünyanın ekonomik ve siyasi temellerinin çoktandır sallanmakta olduğunu söylemek mümkün. Hal böyle olunca salgının etkilerinin toplumsal coğrafya da dahil olmak üzere pek çok alanda daha kalıcı ve yapısal olabileceği ihtimali kuvvetleniyor. Biz bu yazıda önümüzdeki dönemde kır ve kent arasındaki toplumsal ve demografik dengelerde yaşanması muhtemel dönüşümlere işaret etmek istiyoruz. 

Kır, kent ve sosyal coğrafya

Kır ve kent arasındaki ilişkiler ve bu ilişkilerin tarihi elbette sosyal coğrafya anlatılarının en önemli ve en yaygın temalarından biridir. Bu tema etrafında şekillenmiş, genelde Türkiye’de ve “üçüncü dünyanın” bütününde kabullenilmiş ve toplumsal yazının neredeyse tümüne yol gösteren, paradigma haline gelmiş egemen bir anlatı vardır. Buna göre İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde köylerden şehirlere büyük bir göç gerçekleşmiştir.  Yani çok büyük sayılarda insan kırsaldan kente göçmüş ve böylece toplumsal koşullarını yüzlerce yıl sonra, ilk defa olarak, radikal bir şekilde değiştirmiştir. Türkiye’de de 1980’lere geldiğimizde nüfusun çoğunluğu artık kentlerde oturmaktaydı. Bilindiği gibi o dönemlerde yapılan sosyoloji çalışmalarının önemli bir kısmı bu süreci inceler: tarımın gelişimi, teknolojik değişim, göç süreci ve gecekondulaşma. Bu süreçle birlikte kentler sadece elit nüfusu barındıran yerleşim yerleri olmaktan çıkıp sınıf katmanlarının çok daha belirgin hale geldiği, kültürel farklılıkların çatışmalara evrildiği bir ortamda siyasetin farklı kesimler üzerinden yapıldığı “modern” topluluklar oluşturmuştu. 

Bu çerçevede üzerinde daha az durulan dinamik aynı dönem içinde kırsalın nasıl dönüştüğü oldu. Takip edilen senaryonun daha önce gelişmiş Avrupa ülkelerinden tanıdığımız sosyal coğrafyanın benzerini Türkiye gibi ülkelere getirmiş olması kırsalda da benzer bir dönüşümün yaşanacağının kolaylıkla kabulü anlamına gelmişti. Bildiğimiz gibi  Amerika ve Avrupa tarımında ‘Fordizm” diye adlandırılan üretim biçimi bu 1945 sonrası dönemde egemen oldu. Yani, nüfusu ucuza beslemek adına teknolojiye ağırlık veren, az sayıda ürün üzerine yoğunlaşan, hem toprakta hem de işgücü temelinde üretkenliği alabildiğine yükselten model. Türkiye’de de ithal edilen, geliştirilen teknoloji, tohum ve ürünler aynı amaca yönelik olarak büyüyen kent nüfusunu beslemeyi amaçladı. Bu üretim şeklinin sosyal coğrafya açısından sonucu ise yükselen üretkenlikle beraber tarımda nüfusun giderek azalması olacaktı.  

Fordist dönemin sonuna yaklaşırken paralel bir gelişmeyle tarımda da büyük bir dönüşüm görülmeye başlandı. Bir yandan yükselen gelirler, incelen zevkler, önce zenginlerin sonra da orta sınıfın giderek “ilginç,” taze, ve yeni ürünlere yönelmesi, mutfakta neredeyse bir devrim yaşanması, diğer yandan ise çevreci bilincin getirdiği organik tarım merakı kırsaldaki üretim pratiklerinin de değişmesine yol açtı. Gelişmiş ülkelerde 1980’lerden beri izleyebildiğimiz bu akım dolaylı olarak daha fakir ülkelerin kırsalını da etkiledi: Uluslararası ticaretin çeşitli teknolojilerle (özellikle frigorifik zincirin geliştirilmesiyle) desteklenmesi sonunda Asya’dan, Afrika’dan, Türkiye’den yeni pazarlara yönelik üretim yapılmaya başlandı. Dış pazarların zorlamasıyla gelişen pratikler, yeni ürünler, taze sebze ve meyve, zengin tüketicilerin talep ettiği ürün çeşitleri ve tohumlar, bu tohumlarla beraber kullanılması gereken gübre ve ilaçlar üreticiler tarafından benimsendi. Özellikle son yirmi yılda Türkiye tarımı büyük bir dönüşüm yaşıyor: Önce dış pazarlara yönelik, sonra iç pazarın da talep ettiği yeni ürünler ve çeşitler, ithal tohumlar, turfanda sebze ve meyveler, büyüyen seracılık, organik tarım, tescilli üreticilik artık kırsalın vazgeçilmez bir parçası oldu. Bu sürece paralel olarak avokadodan ejder meyvelerine, coğrafi işaretli ürünlerden[1] atalık tohumlarla ya da “geleneksel” yöntemlerle üretilmiş yerel/bölgesel yiyeceklere varıncaya kadar daha önce pek çok kişinin bilmediği gıda ürünlerine talep artmaya başladı. 

Sözünü ettiğimiz dönüşüm tarımda post-Fordist bir gelişmeye işaret ediyor.  Bu gelişmenin iki boyutuna dikkat çekmek isteriz. Birincisi, sözünü ettiğimiz yenilikler Fordist tarıma nazaran daha emek-yoğun faaliyetler. Yani kırsalda bu tür bir gelişme tarımda daha fazla istihdam yaratacaktır. Dolayısıyla, kırsal nüfusun esnek bir şekilde genişlemesi mümkünse, eğer kentleşmiş nüfus kırsalı tamamen terk etmemişse, beşeri coğrafya içinde dengenin değişmesi daha kolay olacaktır. İkinci olarak ise şunu söylemek mümkün: Böyle tarım faaliyetleri, emek yoğun olmaları nedeniyle de, Fordist tarıma nazaran daha yüksek artı değer yaratıyor—yani üreticiye daha fazla kâr getiriyor, gelirleri yükseltiyor. Böylelikle, tekil bireyler açısından kırsalın cazibesi de artmış oluyor.

Mülkiyet ilişkileri, bölgesel farklılıklar ve Türkiye 

Sosyal coğrafyanın değişimi sadece tarımda teknolojik dönüşüm, kentlere göçün imkânı gibi değişkenlerle açıklanamaz. Her toplum için sosyal ve hukuki yapılar farklılık gösterir. Üçüncü dünya çalışmalarının dünya tarihine eklemlenmeleri, yanlış bir değerlendirme ile, evrensel bir modelin tekrarlanacağı sanısı çerçevesinde oluşmuştu. Aslında tekrarlanacağı düşünülen model de Avrupa tarihinde tek bir ülkenin, İngiltere’nin, tecrübesine dayanıyordu. İngiltere’de toprak mülkiyeti, Marx’ın da anlattığı şemaya göre, kapitalizmin erken dönemlerinde az sayıda mülk sahibi tarafından tekelleştirilmişti. Aynı dönemde eski serf ve köylülerin büyük çoğunluğu topraktan sürülmüş ve kentlerde çalışarak hayatlarını sürdürmeye mecbur bırakılmıştı. Marx’ın kendisinin hayatının sonuna doğru bu hikâyenin evrensel bir geçerliliği olmayabileceğini düşünmesine rağmen,[2] üçüncü dünyadaki sosyolog ve aydınların önemli bir çoğunluğu bu şemanın eninde sonunda gerçekleşeceğini, kırsalda mülkiyetin toplulaşacağını, köylülüğün ortadan kalkacağını varsaydılar. Oysa, küçük üreticilik bir dizi Avrupa ülkesinde 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etti, bundan sonra da dönüşerek Fordist tarımın yanında, fakat farklı taleplere cevap veren bir sektör olarak yenilendi. Daha butik, daha uzmanlaşmış, küçük pazarlara yönelen, post-Fordist olarak adlandırabileceğimiz bir kırsal kesim ortaya çıktı.                 

Burada böyle bir toplumsal coğrafyanın oluşmasına izin veren mülkiyet koşullarından söz etmek önemli. İlk olarak şunu söyleyebiliriz: ‘Post-Fordist’ diye adlandırdığımız kesimde girişimciler ve çalışanlar büyük çapta toprakla bir ilişkisi olan insanlar—ya topraktan hiç kopmamışlar, ya da kopmalarına rağmen ilişkilerini sürdürdükleri için geri dönme imkânına sahip olmuşlar. İkincisi ise bu ilişkinin sürdürülmesinin mülkiyet temelinde olması. Yeni girişimcilik herhangi bir bölgeye veya köye dönüp toprak satın alarak yapılan bir şey olarak görülemez; köyün sosyal yapısı da göz önüne alındığında tamamen yabancı birinin bu yapıya intisap etmesinin ne kadar zor olabileceği anlaşılır. Aynı zorluk toprak elde etme açısından da önem kazanır: Bir şekilde toprağı sahiplenme, veya bir akraba veya yakından kiralama imkânı olanların yeni bir girişime çok daha kolaylıkla başlayabileceğini düşünebiliriz. Marx’ın modelindeki toprak tekelleşmesi ve kırsal nüfusun çoğunluğunun köyle ilişkisinin kalmaması, bu toprağa erişim ihtimalini ortadan kaldıran bir senaryo. Fakat 18. yüzyılda bile birçok yazar Fransız kırsalının İngiltere’den ne kadar farklı olduğunun altını çiziyorlardı. Nitekim, günümüzde dahi Fransız kentlilerinin önemli bir kısmının kırsalla ilişkisi mülkiyet düzeyinde de devam ediyor.          

Avrupa tarihinde oluşan bu ayrışma “Elbe’nin doğusuna” geçtiğimizde daha da keskin bir farklılık gösteriyor; Doğu Avrupa ve Rusya, Sovyetler Birliği’yle birlikte yaşanan dönüşümden önce, köylü toplumlarıydı. Asya ülkelerinde ise köylülüğün devamı halen gözlenebilen bir olgu. İlginç bir gelişme olarak Latin Amerika’da topraksız köylü hareketleri (MST) başarıya ulaşan reformlarla küçük üreticiliği daha da yaygınlaştırıyor. Türkiye’ye geldiğimizde her vesileyle gözlediğimiz iki arada kalmışlık yine karşımıza çıkıyor.  Aslında “post-Fordist” tarımın ülkede hızlı bir şekilde yerleşmesi Türkiye’nin tarihten gelen bazı toplumsal özelliklerinin sağladığı avantajla da ilişkili. Özetle ifade edecek olursak, Türkiye’de proleterleşme süreci beraberinde tam olarak topraktan kopuşu getirmedi [3]: Yeni kentleşen nüfusun önemli bir bölümü “memleket” ile ilişkisini kaybetmedi. Çoğunluğun formel istihdama erişimi sınırlı olduğu için köyün sağladığı güvence önem kazandı. Kentlileşen insanlar toprak mülkiyetinden vazgeçmediler; tarlalarını ya kiraya verdiler, ya da aile üyelerine bıraktılar. Bütün bu gelişmeler için şehirlerde kayıt dışı ekonominin büyüklüğü kırsalda ise toprağa erişimin görece rahat olması ve küçük üreticiliğin yaygınlığı önemli rol oynadı 

Bu yapısal analize eklenmesi gereken diğer bir faktör ise yine 1950’lerden itibaren Türkiye’de tarımın önce ABD, sonra da Avrupa ile yakın ilişkiler içinde gelişmesi. Özellikle son yirmi yılda ticari tarım Avrupa ülkelerine dönük ihracat ilişkilerinin yakın etkisiyle şekillendi. Bu süreç içinde yeni ürünler, yeni tohumlar, seracılığın sağladığı mevsim-dışı üretim, ve ekolojik tarımın gelişmesi mümkün oldu, sonradan yerli pazarlar aynı istikamette dönüştü ve böylece kırsalda post-Fordist tarımın önemli bir yer tutmasını sağladı. Sözünü ettiğimiz dinamik öncelikle Akdeniz, Ege ve Marmara bölgelerinde görünür olmakla beraber Karadeniz ve Güney Doğu’ya, hatta bazı ürünler için Orta ve Doğu Anadolu’ya da yayıldı. Bugünkü tarım üretimi buğday, arpa, üzüm ve fındık ağırlıklı geleneksel yelpazeden çok farklı ve zengin çeşitler içeriyor.

Buraya kadar üzerinde durduğumuz ve post-Fordist etiketi ile tanımladığımız dönüşüm sadece kırsalda ikâmet eden veya kırsalla ilişkisini kaybetmemiş üreticilerin yeni ürünlere veya teknolojilere eğilmesini içermiyor; aynı zamanda gazetelerin sık sık ele aldığı ‘kentten köye’ taşınıp tarımda yeni bir şeyler yapmaya yeltenen, orta sınıf mensubu şehirlileri de tanımlıyor. Son yıllarda şehir hayatından türlü nedenlerle şikâyetçi olup da kendilerine yeni bir hayat kurmak üzere kırsal bölgelere göç eden birçok insan var. Bunların aralarında emekliler de var, yıllardır şehirde iyi gelir getiren işlerde çalışan profesyoneller de. “Yeni köylü” olarak tanımlanabilecek bu grubun içinde, aldığı arazi üzerinde çiftçilik yapanlar da var, yaşadığı yeni evin bahçesinde doğayla özlemini giderenler de… Hali vakti yerinde şehirli nüfusun köye dönüş eğilimlerine güzel bir örnek özellikle 2000’li yıllarla birlikte sayıları giderek artan İzmir gibi kıyı kentlerinin çevresinde kurulan hobi bahçesi işletmeleri. Bu işletmelerin süreli olarak kiraya verdiği bahçelere talep o kadar büyüdü ki Tarım Bakanlığı “tarım arazileri üzerine kurulan ve tarımsal üretimi yok eden” hobi bahçelerinin yıkılmasını da içeren bir seri yeni düzenlemeyi uygulamaya sokmaya çalışıyor.[4] Yani şehirlilerin son yıllarda doğayı yeniden keşfinin ve köye artan merakının sadece organik, doğal, yerel yiyecek tüketim eğilimlerinden ibaret olmadığını, bu durumun nüfus hareketlerine sınırlı da olsa yansıdığını söyleyebiliriz. Salgınla birlikte kentten köye göçün artacağını ve mevcut eğilimin daha da güçleneceği çok açık. 

Kentten Köye Dönüş

Dikkatli bakınca emarelerini şimdiden görmeye başladığımız ve bizim bu yazıda özellikle vurgulamak istediğimiz bu göçün yeni bir boyutu daha var. Bu boyut, içinde bulunduğumuz salgın döneminde, yine yukarıda belirttiğimiz toplumsal ve tarihi koşulların kolaylaştırdığı, yeni bir sosyal coğrafya dönüşümüyle ilişkilendirilebilir. Kentten köye göçen ve kırda yeni bir hayat kurmaya çalışanlar arasında artık, artan sayıda daha az gelirli gruplardan haneler de var. Öngörümüz o ki bu eğilim uzun yıllar kalıcı ve yapısal bir duruma da dönüşebilir. Başka bir deyişle, on yıllardır yoksulluktan kurtulmak ve daha yüksek hayat standartlarına kavuşmak için insanlar çareyi köyden kente göç etmekte arıyorlardı; bugün ise göçün istikameti değişiyor ve pek çokları hayatta tutunabilme kaygısıyla kıra dönüyor. Yani salgının Türkiye’deki toplumsal coğrafyaya etkisi belki de en yoğun olarak kendini bu noktada hissettirecek. Nasıl mı? 

Uzun zamandır büyük şehirlerin hem kentin yoksullarına hem de yeni gelenlere sunacakları zaten oldukça azalmıştı. Köyden gelen yoksul aile için mülk sahibi olmak (gecekondu inşa etmek) 1980’lerden sonra sadece bir hayal oldu.  Şehirdeki ekonomik imkânların başta istihdam olmak üzere salgının etkisiyle daha da küçüleceği ve küçülmeye devam edeceği de aşikâr. Bu durum hem kayıtlı hem de kayıt dışı ekonomiyi ilgilendiriyor. Son resmi rakamlara göre tarım dışı işsizlik oranı %16,4. Yani en az 4 milyon civarında insan işsiz ve bunlara ek olarak salgın döneminde devletin verdiği desteklerle hayatta kalmaya çalışan 5 milyonun üzerinde insanın da akıbeti belli değil.[5] Bilindiği gibi “işsiz” olmak için işgücü içinde olmak gerekiyor, yani aktif olarak iş aramak gerekli. Fakat son aylarda koşullar iş aramanın ne kadar yararı olacağı konusunda büyük şüphe yarattı. Bu nedenle de işgücüne katılım oranı Mayıs 2019 ve 2020 arasında %52,9’dan %47,6’a düşmüş bulunuyor.[6] Cesareti kırılan veya iş aramanın getirisinin olmayacağını düşünen bu kitlenin de köye dönme alternatifine sıcak baktığını düşünebiliriz. İşsizliğin önemli bir bölümü lokanta, bar, cafe gibi yerlerin kapanmasıyla alakalı.[7] Buralarda mutfakta ya da servis işlerinde çalışanların yanı sıra bu yerlerle ilgili temizlik, taşıma gibi ikincil işleri yapanlar da işlerini kaybettiler. Restoran, otel ve catering alanlarında yakın zamanda toparlanma ihtimalinin düşüklüğü göz önüne alınacak olursa bu iş kayıplarının en az bir kaç yıla yayılması büyük ihtimal. Kısacası, ekonomik gerilemenin sürmesi ve krizin derinleşmesi, özellikle şehirli marjinal gruplar için, gıdaya erişim konusunda önemli darboğazları ve dolayısıyla gıda güvenliği sorununu gündeme getirebilir.[8] 

Salgından sonra ekonomideki talep daralması nedeniyle işsiz kalan ve gelirinden olan, önemli bir kısmı da bugüne kadar kayıt dışı işlerde çalışıp şehir ekonomisi tarafından tam olarak içerilemeyen ve gıda güvenliği sorununu en yakıcı şekilde yaşama ihtimali yüksek kesimler için “memlekete” geri dönmek ciddi bir alternatif oluşturuyor. Son bir, iki ayda farklı mecralarda bu eğilime dair yapılan yorumlar, gözlemler bir büyük dalganın habercisi olabilir.[9] Örneğin, Türkiye’de dışarıya en çok göç veren illerden Hakkari’de salgın döneminde binlerce kişi köylerine geri dönüyor. Hakkari’de geriye dönüşün en fazla olduğu köylerin başında merkeze yedi kilometre uzaklıktaki Otluca Köyü var:  2 bin 500 nüfusa sahip Otluca Köyünün, 2 ay içinde nüfusu 4 bin’e çıktı. Nüfusu yarı yarıya artan köyde son günlerde hummalı bir çalışma var. Kimi yeni tarlalar alırken, kimi eski evini tamir ediyor, kimi yeni ev yapıyor kimisi ise bağ ve bahçelerle uğraşıyor.[10]  

Türkiye Ziraat Odaları Birliği Genel Başkanı Şemsi Bayraktar’a göre bu durum, genel bir eğilimin parçası:

Kalabalık şehirlerden kırsala göç başladı. Vatandaşlarımız köy hayatını seçerek hem kazançlarını hem de huzurlarını artırmak istiyor. Şehrin karmaşasından uzak, toprağın işveren olduğu köylerde çiftçilik yapmak en cazip mesleklerden biri haline geldi.

Türkiye’de tarım ve gıda sektörüyle ilgili yıllardır çözüm bekleyen yapısal sorunlar göz önüne alındığında çiftçiliğin yoksulluğa ne kadar çare olacağı elbette tartışılır ama devlet kurumlarının yanı sıra yerel belediyeler de çoktandır bu konuya eğilmiş durumdalar. Tarım ve Orman Bakanlığı’nın tarım eğitimi almış gençleri kırsala dönmeye özendirme amaçlı “Köye Dönüş Hibesi” programından [12] Bursa Mustafakemalpaşa Belediyesi’nin kurduğu Tarımsal Hizmetler Müdürlüğü vasıtasıyla atıl duran tarım arazilerinde bamya tarımına açarak köye dönüşü cazip hale getirme faaliyetlerine kadar bu yönde küçüklü büyüklü birçok girişimden bahsedilebilir.  

Covid-19 salgınıyla birlikte Endonezya’dan Hindistan’a dünyanın birçok yerinde talebin azalmasıyla tetiklenen ekonomik kriz ve işsizlik benzer dinamiklere yol açıyor, kırsala dönüş eğilimi başka yerlerde de kendini gösteriyor.[13] [14] Türkiye’de şehirli nüfusun önemli bir kısmının hala kırsalla bağlarının kopmamış olması, önümüzdeki dönemde bu eğilimin Türkiye’de biraz daha farklı ve belki de daha yoğun bir şekilde yaşanmasına neden olabilir. Gıda tarım sektörünün liberalleşmesi ve meta ilişkilerinin yaygınlaşmasıyla son bir kaç on yıldır, köy ve kent arasındaki ilişkiler eskiye nazaran daha azalsa da, şehirde yaşayan farklı kuşaklardan göçmenler için hala memleketten kışlık erzak gelmesi ya da hasat zamanı köye ailenin yaşlılarına yardıma gidilmesi olağan faaliyetlerden. Türkiye’de küçük üreticiliğin yaygınlığı ve büyük toprak sahipliğinin sınırlı olması bu dinamikleri çok uzun yıllardır canlı tutan unsurların başında geliyor. Böylelikle dönülebilecek bir toprak parçasının mülkiyeti, Türkiye’de birçok şehirli yarı-proleter haneyi köyüne bağlıyor. 

Köye dönüş bir çözüm mü?

Öncelikle Covid-19 salgınının kırda yaşayan birçok hanenin gelirinde de önemli düşüşlere neden olduğunu unutmamak gerekiyor. Bu düşüşün önemli bir bölümü, her zaman olduğu gibi özellikle küçük üreticiler için pazar ve maliyet sorunlarından kaynaklandı. Bütün bu sorunlar genel talebin gerilemesiyle iyice katmerlendi. Önümüzdeki dönem talepten kaynaklı bu kriz daha da derinleşebilir. Öte yandan kırsal hanelerin gelirinin düşmesi, aynı zamanda tarım dışı istihdam olanaklarının da salgınla birlikte azalmasıyla alakalı. Türkiye kırsalında, özellikle de kıyı bölgelerinde yaşayan hanelerden pek çoğu sadece tarımdan kazandıkları parayla geçinmiyorlar uzun zamandır. İnşaat, madencilik,  ve turizm sektörlerinde geçici ya da yarı zamanlı istihdam, seyyar satıcılık gibi işler çok sayıda ailenin olağan gelirlerinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Tabii salgınla birlikte bu tür işlerden (özellikle turizmle ilişkili olanlardan) elde edilen gelirde de önemli düşüşler olduğunu tahmin etmek zor değil. 

Dolayısıyla köylerine geri dönenlerin butik çiftlikler kurup, organik tarım yapacak girişimciler olmasını beklemek kadar bu hanelerin tarım dışı gelirle ayın sonunu getirebileceğini ümit etmek hayalperest bir yaklaşım olur. Bu koşullarda pazar ilişkilerinden görece bir çekilme/kopuş en olası gelişmeler arasında. Aslında sosyal coğrafyanın 1950’ler sonrası büyük dönüşümü olmadan önce de kırsal nüfusun büyük kesimi hane içi ekonomik faaliyetlerle  hayatını sürdürüyordu ve piyasa ilişkilerine bağımlılıkları çok sınırlıydı. Fakat metalaşma hızlı bir şekilde gelişti, kırsaldaki üreticiler hanenin ihtiyaçlarına yönelik üretim yapmaktansa pazarın gerektirdiği üretime eğildiler. Polanyi’nin kavramlarıyla[15] açıklarsak, hanenin tüketim ihtiyaçlarını karşılamak anlamında pazarın (meta satış ve alışı) payı iyice yükseldi. Üretim dışında, emek satarak para kazananlar açısından ise pazardan alışveriş yapmak zorunluluk olarak ortaya çıktı. Şimdiki durumda, yani emek satarak gelir elde etmenin zorlaştığı, pazarda talep bulan ürün yetiştirmenin hem sermaye hem de ustalık bilgisi (know-how) olarak daha fazla birikim gerektirdiği bir ortamda, kırsala yeni dönen nüfusun büyük bir kısmının hane içi ekonomiye dönüş yapacağını düşünebiliriz. Kendi kendine yeterli olmayı amaçlayacak bir çok “yeni köylü” hanenin esas olarak ailenin  tüketimine yönelik üretim faaliyetlerine ağırlık verdiğini görebiliriz. “Hane içi ekonomi” olarak tanımlayabileceğimiz bu süreç,[16] belki de pazarın hegemonyasının yavaş yavaş sorgulanmaya başladığı bu dönemde sosyal ilişkileri dönüştürecek en önemli gelişmeler arasında yer alabilir. 

Bütün bunlar ülkenin sosyal coğrafyasında yeni bir dengenin gündeme gelebileceğine işaret ediyor. İkinci Dünya savaşı sonrası döneme damgasını vuran beklentinin, yani kırsalın boşalacağı, kentli nüfus oranının Batı ülkelerine benzer bir dinamikle sürekli yükseleceği gibi öngörüleri yeniden düşünmek gerekiyor. Fakat böyle bir öngörü kentler küçülecek, kırsal nüfus büyüyecek diye özetlenemez. Daha olası bir senaryo kesin çizgilerle birbirinden ayrılan kentli/kırsal kategorileri yerine daha esnek ve geçişli yaşam tarzlarının ortaya çıkması. Zaten, kırsal bölgelerde erişimin kolaylaşması, TV ve İnternetin yaygınlaşması, toplumsal ve kültürel dönüşüm kentin periferisi ile kırsal arasındaki hudutları daha muğlak bir yere getirdi. Bu yeni sosyal coğrafya günümüzde yaşanan dönüşümlerin kentlileşme çerçevesinde kuramsallaşmış toplumsal gelişme paradigmasını da yeniden düşünmemiz gerektiğini hatırlatıyor. 

Çağlar Keyder (Bilim Akademisi üyesi, Koç Üniversitesi ve NewYork Eyalet Üniversitesi, Binghamton öğretim üyesi)
Zafer Yenal (Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi)

Notlar/Kaynaklar: 

[1] Coğrafi işaretle ürünün yetiştiği coğrafyadan kaynaklı belirgin bir niteliğe ve üne sahip olduğu gösterilir, ürünün kökeniyle özdeşleştiği vurgulanır. Dünyada  coğrafi işarete sahip en bilinen ürünler arasında Basmati pirinci, rokfor peyniri, şampanya, Darjeeling çayı sayılabilir. Türkiye’de ve birçok başka ülkede son yıllarda coğrafi işaret sertifikasyonu çok yaygınlaştı. Konuyla ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. Derya Nizam, “Place, food, and agriculture: the use of geographical indications in olive oil production in western Turkey,” New Perspectives on Turkey, 2017.
[2] Teodor Shanin (editör), Late Marx and the Russian Road: Marx and the Peripheries of Capitalism. Verso, 1983.
[3] Bu tez doğrultusunda daha önce yaptığımız ayrıntılı bir değerlendirme için bkz. “Agrarian transformations, Labour Supplies, and Proletarianization Processes in Turkey: A Historical Overview,” Austrian Journal of Development, vol. XXVII, n. 1. 2011.
[4] Hobi Bahçeleri Yıkılacak mı? Ali Ekber Yıldırım, Tarım Dünyası, 24 Haziran 2020.[5] İstihdamda erime, işsizlikte artış devam ediyor. Seyfettin Gürsel, T24,11 Ağustos 2020.[6] “İşsizlik artmaya devam ederken istihdam ve iş gücü kayıplarında yavaşlama,” Seyfetttin Gürsel, Hamza Mutluay, Betam: Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi,  Kaynak.
[7] “Turizm işçisi açısından kovid-19 bilançosu,” Dev Turizm İş Raporu, Haziran 2020.
[8] Maalesef bu yönde gelişmeler dünya ekonomisinin periferisindeki birçok ülkede şimdiden yaşanmaya başladı: Kaynak.
[9] İstanbul’dan köye dönüş başladı, İbrahim Kahvesi, Karar, 4 Şubat 2019 ve Koronavirüs kentten köye göçü artırdıDünya,13 Nisan 2020.
[10] Koronavirüs Hakkari’de göçü tersine çevirdi. Bu krizden kurtulmanın en iyi yolu, köye geri dönmek. Hamdiye Çiftçi, Independent Türkçe,  20 Mayıs 2020.
[11] Kentten köye göç başladı, Yeni Mesaj, tarih yok.
[12] Köye dönüş hibesi nedir? 2020 Köye dönüş hibe şartları nedir? TGRT Haber, 22 Nisan 2020 ve Bursa’da gençleri köye döndüren örnek proje, Bursa’da Bugün, 28 haziran 2020.
[13] India racked by greatest exodus since partition dur to coronavirus, Hannah Ellis-Petersen ve Manoj Chaurasia, The Guardian, 30 Mart 2020.
[14] With tourists gone, Bali workers return to farms and fishing, Nyimas Laula ve Richard C. Paddock, NYTimes,20 Temmuz 2020.
[15] Karl Polanyi (çev. Ayşe Buğra), Büyük DönüşümÇağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri. İletişim Yayınları, 2003.
[16] Gregory, C. (2009). Whatever happened to householding? In C. Hann & K. Hart (Eds.), Market and Society: The Great Transformation Today (ss. 133-159). Cambridge: Cambridge University Press. doi:10.1017/CBO9780511581380.008

Kaynak: sarkac.org.tr

 

 




Bu haber 465 defa okunmuştur.


Etiketler :

FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER TOPLUM Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI