KELEBEK ETKİSİNDEN KORONAVİRÜS KASIRGASINA
“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
bir orman gibi kardeşçesine
bu hasret bizim..”
N. Hikmet Ran
Korona güncelerine dönüşen yazı dizilerimin üçüncüsüne başlamadan önce Kaos teorisinin temellerini atan Edward N. Lorenz'in “Kelebek etkisi” teorisi aklıma düşüyor: Kelebek etkisi, bir sistemin başlangıç verilerindeki küçük değişikliklerin büyük ve öngörülemez sonuçlar doğurabilmesine verilen tanımlama. Amazon Ormanları'nda bir kelebeğin kanat çırpması, ABD'de fırtına kopmasına neden olabilir. Farklı bir örnekle bu, bir kelebeğin kanat çırpması, dünyanın yarısını dolaşabilecek bir kasırganın oluşmasına neden olabileceği… Fakat daha çok, yaratılan bir kaosun büyüyerek artmasını ifade eder.
Bir de çığ etkisi var: Verideki en küçük değişiklik, sonuç değerinin yarısından fazlasının değişmesine neden olur. Bu etkiye Kriptografide*1 "çığ etkisi" adı verilir.
Çin’in Wuhan kentinde bir laboratuvardan çıktığı iddia edilen Korona virüs, önce Çin’de, daha sonra Avrupa ve Amerika’da kasırga etkisi yaratmaya devam ediyor. İnsan sağlığından ekonomik yaşama, ekonomik yaşamdan toplumsal yaşama kadar hayatımızın narin dallarını yıkıp budadı.
Virüse karşı tıp dünyası savaşını sürdürmeye devam ediyor; ancak halen defansta ve savunmada… Orta sahanın gerisinde, kendi sahasına çekilmiş, gol yememek için can çekiştiren futbol takımı gibi… Üstelik kasırga etkisi de aleyhinde, takımın. En az gol yiyerek mağlubiyeti baştan kabullenmiş, baştan mağlup futbol takımı gibi… Hiçbir kasırga, bizi evlere sığınacak kadar defansa çekmemişti.
Bir de kasırganın saçıp savurduğu, dağıttığı yapı ve kurumların da savunma sistemlerinin ve kendini üretme gücünün oldukça zayıfladığını gördük. Bu da bize, dünyamızı daha büyük kasırgalara karşı hazırlıklı olmadığımızı öğretti. Yaşadığımız birkaç aylık tecrübe, karşımızda ulu bir çınar ağacının heybeti gibi, öğretmen- öğreten gibi duruyor: Üç maymun hikâyesine yeniden yenik düşmezsek eğer… Ders alabilmeyi becerebildiysek…
Neden bu kadar hazırlıksız yakalandığımızın cevabını G.Ritzer2’den alalım:
G. Ritzer’in ileri sürdüğü yeni dünya görüşüne göre, tüketim toplumunun gelişimiyle birlikte fastfood mekânlar, mağaza zincirleri, güvenlikli siteler, AVM’ler; bizi bir diğerinden yalıtan, yüz yüze iletişimi kısıtlayan, öteki ile oluşturulabilecek kolektif bilinç halini köreltirken, insanı kendi doğasına da, etrafındaki doğal olana da yabancılaştırdı.
G. Ritzer’in bu yabancılaştırıcı etken maddelerine, toplumsal iletişim genetiğimizi bozan 3G, 4G, 5G teknolojilerini de ekliyorum.
Gerek biyolojik, gerekse toplumsal reflekslerimizi ve yaşamsal döngümüzü yörüngesinden çıkaran sınırsız –denetimsiz teknolojik-hız ve tüketim çağına girdik, çeyrek asırdır. Küreselleşme, hızını bir türlü kesmeyerek “küyerelleşme3”ye yani küresel olanın yerele tahakkümüne de dönüştü.
Çocukluk yıllarımızda söylediğimiz “Orda bir köy var uzakta/ Gitmesek de, gelmesek de o köy bizim köyümüzdür.” şarkısı köye, toprağa ve yerele veda makamıymış meğer. Sanırım, şimdi herkesin köyüne dönme, köyünü ve toprağını yaşatma, üretme zamanı geldi gibi…
KORONO VİRÜSLÜ EĞİTİM; DENİZE DÜŞÜP TEKNOLOJİYE SARILMAK!
Ya biz öğretmenler, veliler, öğrenciler olarak ne öğrendik, Korona virüslü uzaktan eğitim sürecinden? Kötülüklerinin yanı sıra geleceğe dair plan, vizyon ve sistemsel değişikliklerin ihtiyaç haline geldiğini görebildik mi?
Öğrencisinin ruhuna, yaşamına, samimi dokunuşları ile değer katan öğretmenin değerini öğrendik sanırım. Velilerimiz öğretmenin, sınıfların ve okul bahçelerinin değerini çok iyi anladılar. Çocuk yetişmenin eğitsel zorluklarını da… Anladılar anlamasına da Korona virüsün çaresiz bıraktığı diğer sistemler gibi eğitim sistemimiz de maalesef virüsle savaşacak eğitsel altyapıya hazır olmadığı anlaşıldı. Denize düşüp teknolojiye sarıldık.
Eğitim fakültelerinde eğitime başladığımız –idealist öğretmenlik hayallerimizin ilk zamanları-ilk günlerde keyifle okuduğumuz – ancak Korona virüs öncesi değer erozyonuna uğramış efsanevî sözün sahibi Kuan Tzu (iö 399 - iö 295)’yu ve atasözü değeri taşıyan dizelerini tekrar hatırlıyorum:
Bir yıl sonrasını düşünüyorsan, tohum ek
On yıl sonrası ise düşündüğün, ağaç dik
Ama yüz yıl sonrası ise düşündüğün, halkı eğit.
Bir kez ürün verir, ekersen tohum
Bir kez ağaç dikersen, on kez ürün verir
Yüz kez olur bu ürün, halkı eğitirsen.
Birine bir balık verirsen doyar bir kezinde,
Balık tutmasını öğret, doysun her kezinde.
Çocuklarımıza balık tutmayı mı öğrettik, yoksa pişmiş balık mı servis ettik?
“ÖNEMLİ HAYAT DERSLERİ, OKUL DIŞINDA ÖĞRENİLİR.”
Çağının Filozofu olarak anılan Tolstoy dünyaca ünlü edebi klasik eserlerinin yanı sıra, eğitim üzerine de bir takım araştırmalar yapıyor, çağın eğitim sorunlarına çözümler üretmeye çabalıyordu. Birçok ülkenin okullarını dolaşıp eğitim gezileri yaptıktan sonra Vasyana Polyana’daki çiftliğinde açtığı Tolstoy Okulunda öğretmenlik yapı. Eğitim sistemine getirdiği eleştirilerden birini, konumuzla bağlantısından dolayı altını çizerek sizlerle paylaşmak istedim:
“Bir insanın eğitimindeki temel rol, okullar tarafından değil hayat ya da sokak tarafından oynanmaktadır. Önemli hayat dersleri, okuldaki derslerin dışında öğrenilir.”
En iyi film dalında ödüller alan “Ölü Ozanlar Derneği”4 filmindeki öğretmen John Keating, öğrencilerini sıralarının üzerine çıkarıp “Dünyaya bir de buradan bakın. Kitabınızdaki size şiir ezberleten bölümleri yırtın atın.” Diyerek eğitim sistemine ironik eleştiriler getiriyor. Okul, müfredat ve öğretmen merkezli eğitim sisteminin yarardan çok zarar getireceği iddiasında… İdealist bir öğretmen portresi görüyoruz filmde… Çocukları özgürleştirip eğitimin öznesi, araştıran ve çevreyle barışık bireyler yetiştirme derdinde olmalıyız. Böylece, hem çocukların mutlu bireyler olarak özgürleşmesine müsaade eder, hem de üretime dayalı öğrenme ortamları yaratmış oluruz.
Ülkemizin tarihinde toprağa ve üretime dayalı, yaparak-yaşayarak eğitim veren, proje merkezli bir eğitim sistemimiz de vardı: 1940 yılında kurulup 1957 yılında kapatılan Köy Enstitüleri... Bu dönemde 15 bin dönüm tarla tarıma elverişli hale getiriliyor, bu tarlalarda üretime başlanıyor, 750 bin fidan dikiliyor,1200 dönüm bağ oluşturuluyor, 150 büyük çaplı inşaat, 60 işlik, 210 Öğretmen evi, 100 km yol, 12 elektrik santrali ve bunun gibi pek çok üretim… Her öğrenci bir müzik aleti çalabiliyor, halkoyunları, inşaat, sağlık, tarım, beden eğitimi becerileri kazanıyor. Böylece öğretmenlik hayatlarına gerek beceri gerekse özgüven donanımlarıyla başlayıp öğrendiklerini de öğrencilerine aktarma fırsatı yakalıyorlar.
Bu emektar, idealist öğretmenlerden birisi de Gülümser Hoca’ydı. Yazın kiralık evimin bahçesinde karşılaşıp tanıştığımızda kirpiklerinin ıslanmış olduğunu fark ettim. Tek teli kopuk, Köy Enstitülü yıllardan yadigâr mandolinine bakıyordu, Alzheimer yüklü hatıralarla... Hem öğrencilikte hem öğretmenlikte yoldaşı olan tek teli kopuk, hatırası 1950’li yılların bozkırlarında saklı ruhunun gizli aşığını yanından ayırmaya hiç niyeti yoktu… O penasını tellere değdirdikçe ben İsmail Hakkı Tonguç’un arılar gibi çalışan öğrencilerinin arasında Anadolu insanına umut olan kır çiçeklerini toplama yolculuğuna çıkıyordum.
Ivan Illich5’in “Okulsuz Toplum” adlı eserinde, mevcut eğitim sistemlerinin öğrencileri özgür üretim ve kendilerini ifade önündeki engellerinden bahsetmektedir: Okula devam etme, dersleri başarıyla geçebilme, çevresindekilerle iyi anlaşabilme/geçinebilme kaygısının ise çocukları hem toplumsallaşmasının gündelik hayatından koparmakta hem de onları yabanıl, büyüsel ve ciddi bir ortama itmektedir. Böylece kurumsallaşmış, standardize edilmiş, homojenleştirilmiş, tekdüzeleştirilmiş ve aynılaştırılmış bilgi yığınları çocuklara empoze edilmektedir. Bu aynı zamanda bir tüketim çağının da habercisidir.
Öğretmen rehberliğinde sorgulayarak, araştırarak, bilgiyi kendisi yapılandırarak öğrenmeyi öğrenen öğrenciler yetiştirebildik mi?
Koronavirüslü canlı derslerimin tek konuğu Milas’ın Ovakışlacık ortaokulundaki öğrencim Feyza’ya soruyorum:
“Derse bilgisayarla mı bağlandın?”
Feyza:
“Hayır öğretmenim. Evimizde bilgisayar yok. Cep telefonuyla bağlanıyorum.”
“Evde internetiniz bağlı mı?”
Feyza:
“Hayır öğretmenim. Telefondaki paketimizi kullanıyorum.”
İçim acıyor ve buna rağmen tek öğrencimle bir saatlik “canlı” dersimi “uzaktan eğitimle” tamamlıyorum…
Yağmurdan kaçarken teknolojiye tutuluyoruz.
SIRTIMIZDAKİ SEPETİN AĞIRLIĞI: ŞÜPHE, TEREDDÜT, YANILGI
Antikçağdan bir mitolojik6 hikâye:
Yaşlı adam Sartebus, bir gün onunla aynı yolda seyahat eden genç çocuk, Kim ile tanışır. Kim, yalnız yaşayan, yiyecek ve başını örtecek bir çatı aramaktan ziyade, bir neden arayan, köyden köye dolaşan bir yetimdir.
“Neden?”
Diye merak eder.
“Neden her şey bu kadar zor?”
“Biz kendimiz mi zorlaştırıyoruz, yoksa mücadele etmemiz gerektiği için mi?
Sartebus, oldukça ağır görünen, üzeri örtülü, büyük bir sepet taşıyordur. Yol kenarında mola verdiklerinde, yorgun bir halde sepetini yere koyar. Yaşlı adam sanki varını yoğunu bu sepette taşıyordu.
“Sepetin içinde ne var ki seni bu kadar yordu?” diye sorar, Kim.
“Sırtındakini taşımak ve sana yardım etmek, beni mutlu edecektir. Ne de olsa sana göre çok genç ve güçlüyüm.” der.
Sartebus,
“O, senin benim yerime taşıyabileceğin bir yük değil” der ve
“Bir gün kendi yolunda yürüyeceksin ve benimki kadar ağır bir sepet taşıyacaksın.”
Der ve birlikte günlerce, kilometrelerce yürürler.
Ara sıra Sartebus’a,
“İnsanlar neden böyle kendi kendilerine eziyet ediyorlar?” babında sorular sorar. Ancak Kim, ne sorularına yanıt alabilir ne de yaşlı adamın sırtındaki yükün ne olduğunu öğrenebilir. Epeyce yol aldıktan sonra daha fazla yürüyemeyeceğini anlayan Sertebus, sepetin içindeki yükü ve neden insanların kendilerine eziyet ettikleri sırrını Kim’e açıklamak zorunda kalır.
“Bu sepette” der Sartebus,
“Kendim hakkımda inandığım ama gerçek olmayan şeyler var.”
“Onlar, yolculuğum boyunca ağırlık yapan taşlardı. Şüphenin her çakıl taşının, tereddütün her kum tanesinin ve yanılgının, yol boyunca topladığım her kilometre taşının ağırlığını sırtımda taşıdım. Bunlar olmadan çok ileri gidebilirdim. Hayalimde canlandırdığım insan olabilirdim. Ama bunlarla, gördüğün gibi, yolun sonuna gelmişken baş başayım.”
Ve sepeti kendisine bağlayan ipleri bile çözmeden, yaşlı adam gözlerini kapayıp son uykusuna dalar… Kim, Strabus’un sırtından sepeti çözer ve merakla içine bakar… Bir de ne görsün, sepetin içi boştu! O anda, sorularının yanıtını öğrenmiş oldu…
Yazım biterken havanın iyice karardığını fark ediyorum…
Milas’ta akşam oluyor…
Uzun yuvanın leylekleri de olup bitenler karşısında şaşkın…
Olası kasırgalara karşı yuvalarını daha güçlü, daha güvenilir yapma telaşındılar.
Yavrularına, gelecek kuşaklara daha güvenilir bir yaşam sunma kaygısıyla Latmos dağlarının zeytin dallarını yuvalarına dizeler gibi dizme telaşındalar…
Mayıs bitti, haziran başlıyor…
“Anadolu’yum beni tanıyor musun?” dizelerini Ahmet Arif’ten;
Memleketim… Memleketim… Memleketim dizelerini Nazım Usta’dan duyuyorum…
Yazımın kalan bölümünü hatırlayabilmek için boynumu Sodra Dağına doğru büküyorum… Bir dize kopuyor içimden7,
Çoban ateşleri kırpar gözlerini Selene’ye, mayıs sevdalarıyla dokunur ilmek ilmek… Çomakdağlı Yörük işlemesi heybe nakışlı düşler ağırlaşır, Sodra Dağı hörgücünde…
Galiba bir şiir doğuyor bu gece diyorum…
Korona virüsün yükü, Sodra Dağı hörgücündeki yük kadar ağırlaşıyor işçilerin, işsizlerin, esnafın, yoksulların sırtında…
Fukaralıktan utanıyor Ahmet Arif, ele güne karşı çıplak...
Çünkü tütün işçileri yorgun, tütün işçileri yoksul…
Haziran’da ölmek zor diyor, Nazım Usta bir ceviz ağacında, Gülhane Parkı’nda…
Islak ağaçlarda parlayacak güneşi özleyip eriği, çağlayı, taze bademleri tuza banarak yeme özleminde Orhan Kemal… Haziran’da Korona virüsle yaşamak da zor be üstatlarım… Işıklar içinde uyuyun…
Erdal KARA
04.06.2020
1.Kriptografi; Şifre bilimi
2.George Ritzer; küreselleşme,metatheory, tüketim kalıpları, modern ve postmodern sosyal teori üzerinde çalışan Amerikalı sosyolog, profesör ve yazar.
3.Küyerelleşme; Robirtson’un litaratüre kazandırdığı, en geniş anlamıyla küresel bir metanın yerel kültüre entegre edilmesidir.
4. Ölü Ozanlar Derneği; Yazar N.H.KLEIN BAUM’un romanından uyarlanan film.
5.Ivav Illıch; Avusturyalı filozof ve toplum eleştirmeni.
6.Mitoloji: İlk ve orta çağlarda gerçek dışı kahraman ve tanrılardan oluşan, günümüze ışık tutan, ders veren masallar.
7.Korlar ve Düşler şiiri, Erdal Kara, 30.05.2020