Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
Evden defolup gidişinin üçüncü gecesiydi, hiç kafama takmıyordum güya… Nasılsa orda burda istediği hayatı yaşayacak sonra da burnu sürtülüp gelecek ve türlü şekillerde af dileyerek yalvaracaktı. Onun bu tür dengesizliklerine alışkındım ama…
Bu gece de kâbuslar içinde uyumaya çalışmış, huysuz atlar gibi debelendikçe altımdaki çarşaf dertop olmuştu. Güneşin ilk ziyası gözlerime değdiği an fırlayıp kalktım yataktan. Sinirlerim bozulmuştu, ılık bir duş alıp gevşemekti amacım lakin üşendim. Çay demleyip kahvaltı yapmak da istemedim. Evden bir an önce kendimi dışarı atmak, kamçılı rüzgârın estiği kış sabahında tüm bedenimi ve yaralı ruhumu soğuk havanın yatıştırıcı kollarına teslim etmeliydim. Henüz ışığı sönmemiş yıldızlar gökyüzünde ışıldarken sırtıma mantomu giyip başıma beremi taktığım gibi dışarı fırladım. Merdivenleri yavaşça adımlarken gördüğüm rüyaları anımsamaya çalıştım. Birden fazlaydı karabasanlar; birbirinden kışkırtıcı, birbirinden korkunç… Hatırlayamadım.
Hava aydınlandıkça grimsi bulutların tepemde dolaşıp durduğunu, nasip yarışına giren martıların çığlık çığlığa uçuştuğunu görüyordum. Tıpkı olur olmaz her şeye sinirlenen aksi ihtiyarlar gibi bağrışıp duruyorlardı. Henüz kepenklerini yeni açmakta olan bakkaldan bayat olmasına aldırmaksızın bir ekmek alıp yürümeye başladım. Kar yağdı yağacaktı, buz gibi bir rüzgâr etrafımda dolanıyor, düğmelerini iyice iliklemediğim mantomun eteklerini havalandırıyordu. Ama iyi olmuştu, kendimi şimdiden sakinleşmiş hissediyordum. Sahili dikine kesen birkaç sokağı geçip en sonuncusuna saptım. Bir yandan yürüyor bir yandan da deniz kuşlarını beslemek için ekmeği poşetin içine ufalıyordum. Acıkmıştım. Birkaç ufak lokmayı ağzıma attım. Pek tatlı geldi. Akşam yemeğini de yemediğimi hatırladım. Sinirlenince olmayan iştahım da kapanır, küçük küçük atıştırmalıklarla günü geçirirdim.
Tüm kâinat uykuda gibiydi; ben, çığırtkan deniz kuşları ve sabah namazına camiye giden iki yaşlının dışında. Deniz kıyısına doğru yaklaştıkça kedileri kovalayan köpeklerin hırlamaları daha net duyuluyordu. Zavallıcıklar… Uzun nazarlarla onları izledim, biraz da pike yaparak denize dalıp çıkan martıları… Oturduğum banktan kalkıp sahile iyice yaklaştım, elimi poşete daldırıp tam ekmek parçacıklarını kuşlara doğru atacaktım ki arkamdan birisinin seslendiğini duydum. Şaşırmıştım. Kim bu diye arkama dönüp baktım. Garip giyinişli, eli yüzü pasaklı, sıska, genç mi ihtiyar mı olduğu belirsiz, uzaktan kara bir gölge gibi duran bir kadıncağızı gördüm.
“A be, aç insancıklar bitti de şimdi kuşları mı beslersin?” diye haykırdı.
Utandım. Elimde poşetle öylece kalakaldım. Elimle gel işareti yaptım. Yanıma yaklaşsaydı poşeti ona verecektim. Gelmedi, uzak durdu benden. Kemik parçası gibi sertleşmiş ekmek parçasını geveleyip duruyordu. Bu sefer seslendim.
“ Hey! Gelsene yanıma. Ekmek…”
Omuz silkti, kafasını öbür tarafa çevirdi. Sonra da sabun yeşili gözlerini bana doğru çevirip,
“Köpeğini mi çağırırsın be kadın, benim adım Ayriye. Deli Ayriye demezsen gelmem bilesin,” deyince şaşırmıştım. Hepimiz bir parça deli değil miydik? En başta benim kocam!
“Deli Hayriye gel yanıma, at o elindeki ekmek parçasını. Sana tazesini vereyim,” deyince önce sırıttı sonra da utanıp bakışlarını kuşlara doğru çevirdi. İyice kararmış, besinsizlikten mağara gibi olmuş ağzını görünce iyice acıdım.
“Olmaz, onlar martıların akkı.” diye mırıldandı.
Boynunu büküp sanki birilerini beklermişçesine uzak ufka baktı uzunca. Kirli ve dolaşık saçlarını düzeltir gibi sıvazladı. Üstüne başına çekidüzen verdikten sonra,
“Iııh! Ben deli miyim ki deli Ayriye diye seslenirsin?” deyince afalladım.
“Çattık belaya sabah sabah,” diye hayıflandım.
Kulakları sağlam demek ki, duymuş.
“Aynı Şeriban anam gibisin, o da öyle derdi. Tanır mısın yoksa! Ani çiçek satar meydanda, çatık kaşlı, yanağı benli…”
Off ki of! “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede, deli deliyi dakkada bulur.” atasözünü hatırlayınca belli belirsiz gülümsedim. Benden daha dertliydi bu kadın demek ki. Sohbet etmeyi yeğledim. Farklı yaklaştım bu sefer.
“Fal bakmayı bilir misin?” diyerek alttan aldım.
Fal lafını duyunca gözleri irileşti. Birden kara yüzünde ilk kez bir gülümseme peyda oldu. Ağzında diken gibi duran üç beş yağır tutmuş dişlerini göstererek acı bir kahkaha attı. Ağlamakla gülmek arası bir şey…
“A be çingene olup da fal bilmeyeni mi olur? Ben tırnakları cilalı, kaşları yülünmüş kaç anıma, filinta gibi kaç beyzadeye fal baktım bir bilsen.” deyince elimle bankı işaret edip yanıma çağırdım. Bu sefer hiç itiraz etmeyip bankın ucuna ilişiverdi.
“Haydi, koynundan çıkar bakalım baklaları” dedim.
İyice yanıma yaklaştı, ekşi ekşi kokuyordu. Koksun. Onun güvenini kazanmıştım ya!
“Anım abla,” diye seslendi bu sefer. “Baklanın modası geçti, el falına bakarım. Uzat elceğizini,” der demez ince, uzun, bakımlı ve yumuşacık ellerimi sıkıca kavradı. Evirip çevirdi, sonra uzun uzun yüzüme bakarak anlatmaya başladı.
“Sen bir çalgı çalarsın, adını bilmem. Bir filmde görmüştüm. İncecik parmaklarıyla pek güzel çalmıştı lüle saçlı gacı,” der demez “Piyano mu demek istedin?” diye sordum.
“İşte o dediğinden, biz çingeneler öyle şeyler bilmeyiz. Davulun, zurnanın, cümbüşün, klarnetin dışındakiler neyimize gerek!” dediğinde çok şaşırdım. Nerden anlamıştı piyano virtüözü olduğumu?
“A be ne diye şaşırırsın anım abla? Daha resim yaptığını söylemedim bile.” dediğinde iyice aptallaştım.
“Demek ki iyi falcı, her şeyi bildiğine göre.”
Yüzümde oluşan şaşkınlık ifadesini görünce devam etti:
“Senin kocan da şimdi uzaklarda aynı benimki gibi ama o geri dönecek. Ya benimki…” deyiverdi.
İçlendi, sesi titredi. Ellerimi bırakıp yüzünü avuçladı. Uzun süre sessiz kaldı. Epey sonra ellerini yüzünden çekince gözlerinin yaşardığını fark ettim. Devam etti konuşmaya:
“Benim niye delirdiğimi sormayacak mısın? Niye evsiz barksızım, niye çocuğum yok!” dedikten sonra havayı dövercesine ellerini savurup devam etti.
“Boş ver be ablam, Mine Koşan ablamı tanır mısın? Ani şu sarı uzun saçlarını savura savura okuyan gacı var ya, o benim için söyler ‘Dert bende derman sende…’ şarkısını.”
Kafasını önüne eğip bed sesiyle hatırında kalan birkaç mısraı tekrarladı. Sonra karşı kıyıya baktı ve denize açılan balıkçı teknelerini göz ucuyla takip etti. Nihayet yüzüme bakıp konuşmaya devam etti.
“Anım abla bak, aynı benim Ayri’m gibi açılırlar denize. Balıkçılar geri döner mi bilmem, benimkisi dönemedi de…” der demez önce yüksek sesle kahkaha attı, sonra da içini çeke çeke ağladı. Burnundan sümükler, ağzından tükürükler saçarak ağladı, ağladı, ağladı…
Sarıldım, “ağlama” dedim. “Onun ömrü o kadarmış, Allah sana uzun ömürler versin.”
Kan çanağına dönmüş gözlerini gözlerime dikip,
“Sen ne dersin a be, beni de yanına al Alla’ım diye çok ağladım ardından. İsyankâr oldum. İstemem uzun ömür, bir an evvel Ayri’me kavuşayım diye yalvarırken öyle deme be ablam.” deyince yüreğime inceden bir sızı düştü.
“Daha memelerim yeni bitmişti ona âşık olduğumda…” diye başladığı sözün devamını getiremedi hıçkırarak ağlamaktan.
Yanına iyice sokulup sımsıkı sarıldım. Sarsıla sarsıla, nefesim nefesine karışa karışa ağlaştık…
Beraber eve gidip kahvaltı yapmayı teklif ettim. Banyo yapıp benim giysilerimden giyer, koku sürersin, dedim. Para yardımında bulunmaktan bile söz ettim ama kabul ettiremedim.
“Ben dilenci değilim anım abla. Çöpten çıkarırım nafakamı, merak etme. Senden tek isteğim olabilir,” deyince hemen atıldım.
“Evet” dedim, “Nedir benden istediğin?”
“A be benim için dua eder misin? Ayri’me bir an evvel kavuşayım.”
Boğazıma yutamayacağım bir lokma çöreklenmişti sanki. Boş bir çuval gibi hareketsiz kaldım. Hiçbir şey söyleyemedim. O ise oturduğu yerden çoktan kalkmış seke seke yürürken bir yandan da Mine Koşan’ın şarkısını yüksek sesle söylüyordu:
Dert bende, derman sende / Aşk bende, ferman sende /
Öldüren, güldüren / Er gün ağlatan kalp sende…