Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
Kış uzun sürmüş ilkyazın oynak havasına hasret kalmıştık. Nisan, mayıs yağmurlarıyla yıkanan bitek topraklardan katmerlenerek fışkıran bereketle uzaktan olgunlaşmış siğil gibi gözüken tomurcuklar bir gecede bitivermişti. Işıldayan tayf altında gök mavileşmiş, ağaçlar, hayat emaresini çoktan yitirmiş çiçek fidanları renk cümbüşü içinde görücüye çıkmışlardı. Kırlar, bostanlar; allı morlu entarilerini giymiş, taze gelin gibi salınıyorlardı. Her taraf yeşillik ve tazelik kokuyordu.
Kış mevsiminde; etrafını çepeçevre kuşatan yüksek taş duvarlarla yaşamdan tecrit edilmiş mektebimizde zamanı öğüten çarkın paslı zincirlerinin gıcırtısında güneş erken doğar, erken göçerdi. İlkyazla birlikte hareket serbestisi tanınmış, gönlümüzü kalaylayan temiz havanın ruhumuzun derinliklerine sirayet etmesi için bahçede daha fazla vakit harcamamıza müsaade edilmişti. Sörlerin geleneksel çelik iradesine, rahibelerin his ve davranışlarımızı kıskaca alan delici bakışlarına ram olmakta zorlanan katışıksız dik başlılığım azat edilmiş deli tay coşkusuyla özgürlüğüne kavuşuverdi bu sabah ama ne özgürlüktü ya…
Rosalina, Chiselda ve Alexandaria ile tedrisat nihayetinde yapılacak müsamerede sergilenmek üzere; hazırlıklarına haftalar önce başladığımız temsilin kostümlü provasından çıkmış yorgun adımlarla yatakhaneye doğru yönelmiştik ki merdivenlerden inerek bize doğru aceleyle yaklaşan çömez Rahibe Allison:
“Miss Nevhilal, Sör Gabriela sizi odasında görmek istiyor hemen,” dedi.
Birden telaşlandım, mutlaka bir kabahatim olmalıydı yoksa niye çağrılacaktım yönetim odasına. Tüm davranışlarımı gözden geçirdim şimşek hızıyla zihnimden. Ya da aileme mi bir felaket musallat oldu da onu haber verecekti. Şuurum bulandı, gözlerim karardı. Cezalandırılma korkusu ve endişesiyle sendeledim. Kendime bile yabancı gelen titrek bir sesle:
“Teşekkür ederim Rahibe Alison. Hemen gidiyorum şimdi.”
Merdivenleri hızlıca adımladım, odanın kapısında biraz soluklanıp sırtımı dikleştirdim. Sakin olmaya çalışarak kapıyı tıklattım.
“Giriniz.”
Ceylan çevikliğiyle odaya süzüldüm. Hafif bir reveransla:
“Günaydın efendim, beni görmek istemişsiniz.” dedim. “Geliniz Miss Nevnihal, size de günaydın evlatçığım,” diyerek hiç de kızgın olmayan sözlerle hitap etti. Karşısında ki koltuğa oturmamı işaret etti. Kaygı ve korku içinde koltuğa ilişip olduğum yerde büzüldüm kaldım. İlk kez çağrılıyordum dört yıldır Sör Gabriela tarafından yönetim odasına. Mutlaka çok önemli bir mevzu vardı ama ne? Gözbebeklerime düşen hüzünle buğulandı iri lacivert gözlerim. Uzun, sessiz bir bekleyişin sonunda:
“Miss Nevnihal endişeye mahal yoktur. Korkmayınız, sizin davranışlarınızla alakalı bir mevzu için çağırmadım sizi buraya. Zira siz çok başarılı, gayretli, iyi terbiye görmüş bir talebemizsiniz. Konu şu ki paşa dedeniz Nafiz Beyefendi biraz rahatsızlanmış, kendileriyle alakadar olmanızı arzu ettiği için de kâhyanız Azmi Efendi’yi sizi eve götürmek üzere görevlendirmiş. Sene sonundaki temsilin sergilenmesine kadar izinlisiniz. Hemen hazırlanınız zira kâhyanız arabayla sizi mektebin dışında beklemektedir. Lütfen ailenize selam ve hürmetlerimi, geçmiş olsun dileklerimi iletiniz.”
“Teşekkür ederim efendim.”
“Güle güle evlatçığım… Selametle.”
Gönülsüzce üzerime su yeşili feracemi giydim. Başıma, mine çiçeği işlemeli aynı renk yaşmağımı tutundum. Uzun boylu bir gölge gibi ivedilikle iki üç kitabı çantama yerleştirdim. Kızlarla bile vedalaşamadan Rahibe Alison refakatinde mektebin dışına çıkmıştım. İçi pembe atlas kaplı, iki baklakırı atın çektiği kupa arabasına Azmi Efendi’nin yanına yerleşip paşa dedemin sağlığı ile ilgili sorularımı ara vermeden sordum. Yoksa ölmüş müydü? Ya da vazife yaptığı Yemen çöllerinde malaya hastalığından yitirdiğimiz sırım gibi bir zabit olan ağabeyimin acısını bir nebze de olsa hafifletmek için doktorunun tüm uyarılarına karşın doğurduğu Nusret’e mi bir haller olmuştu maazallah? Bu kadar alelacele eve çağrıldığıma göre…
Bu sene kış çok çetin geçmiş, aralıksız yağan kar yüksekliği yer yer bir metreye ulaşıp İstanbul trafiğini altüst etmişti. Cilalanmış buz katmanları yüzünden bir buçuk aydır evci çıkamamıştım… Düşüncelerimin içinde kaybolmuştum, nihayet Cihangir’deki konağa avdet ettik. Bahçe envaı çeşit nebatla göz kamaştırıyor, havadaki nilüfer ve begonvillerin ağır tatlı rayihası insanın başını mey içmişçesine döndürüyordu. Dövme pirinç işlemeli cümle kapısının çıngırağına henüz dokunmuştum ki kapı açılıverdi. Karşılamaya gelen halayık Mihriban’ın taşlıktaki selamlama faslına itibar etmeyip merdivenleri kucakladım. Paşa dedemin odasının kapısında sakinleşmeyi bekleyip bir kaç kez kapıyı ürkekçe tıklattım. Ses alamayınca kapıyı usulca aralayıp başımı içeriye doğru uzattım…
İkinci Abdülhamit Devri ricalinden olan, çeşitli vilayetlerde valilik yapmış paşa dedem; kuştüyü yastıklarla beslenmiş fildişi ve eski altın rengi atlaslarla kaplı geniş yatağını çepeçevre kuşatan has Halep ipeğinden dokunup sim kordonlarla bordürlenmiş cibinliğinin altında uzun gecelik entarisi, boyunlu gece başlığıyla hareketsiz ve sükûti görünüyordu. İlerlemiş yaşına rağmen üç dili anadili gibi konuşur ney, kanun ve kemanı büyük bir maharetle çalardı. Müziğe tutkusu, davudi sesiyle can verdiği türkülere vurgunluğu herkesin malumuydu. Ayrıca zamanının çoğunu ustalığının şahikasındaki hat sanatına ayıran yorgun yüreği olgunlaşmamış nar alacasındaki bir şafak vakti zafiyete uğramış, ev halkına ulaşmaya çalışırken de yere düşüp sol tarafına nüzul inmişti…
Zavallı anneciğimin doğuştan zayıf olan kalbi; ağabeyciğimin vakitsiz kaybı, paşa dedemin rahatsızlığı, lohusalığı sırasında üşütmekten mütevellit yakalandığı zatürree ile iyice hırpalanmış, lohusalık humması denilen illetin pençesine yakalanıp bitap düşmüştü… Biçare kardeşim Nusret yanı başındaki anneciğinin sıcaklığına, üç ay önce taşrada yeni vazifesine başlamış babacığının ölçeksiz sevgisine hasretti. Zavallıcık, Sütanne Gülbahar’ın bereketli sinesinden ayrıldığı vakitler emektar dadıyla, genç irisi Mihriban’ın kucaklarında serpilmeye çalışıyordu…
Yabancı dil öğrenmeye olan yatkınlığımı, müziğe olan tutkumu paşa dedemden, kitap okuma alışkanlığımı ve kırılamaz inadımı rahmetli büyükanneciğimden almıştım. Namı diyar Cansure Hatun... Konağı büyük bir ustalıkla idare eder, büyük küçük herkesin yardımına koşardı. Uzun boylu, açık tenli, iri yeşil gözlü, bir kaşı hafifçe yukarıya doğru kalkık, yüz hatları köşeli, zarafet ve asalet timsaliydi.
Tutulan mürebbiye tarafından evdeki eğitimimi tamamlamış, piyanoyu ustalıkla çalmayı öğrenmiştim. Diğer dilleri öğrenme gayretiyle yabancı bir mektebe giderek eğitimime orada devam etme isteğime büyükannem şiddetle karşı çıkmıştı.
“Frenk mektebine gitmek de nereden çıktı, hiç misali var mı hangi paşanın torunu gidiyor da sen gideceksin? On yaşına girdin artık gelinlik kız sayılırsın, otur evinde nakışlarını işle, çeyizini düz. Bir kadının vazifesi eşini, ailesini memnun edip boy boy çocuklarını yetiştirmektir. Zaten feraceye girme vaktin geldi geçiyor bile… Öyle değil mi bey?”
“Hanım, Gülnihal okuyacak hem de Notre Dame de Sion’da. Hiç nefesinizi boşuna tüketmeyiniz, benim kararım bu cihettedir.”
“Siz nasıl münasip görürseniz öyle olsun efendim,” diyerek pembeleşen yüzüne düşen damlaları fark ettirmeden silerek bir gölge sessizliğiyle aniden icat ettiği vazifeyi yerine getirmek üzere odadan dışarı süzülmüştü…
Aile doktorumuzun tavsiyesi ve ısınan havaların mütenasipliği üzerine mekân değişikliği yapmak üzere telaşlanan evdeki çalışanlar göç hazırlığını hızlandırmış, adadaki yazlığı hazırlamaya koyulmuşlardı. Tek sorun konuşma yetisini, hareket kabiliyetini, yaşama sevincini kaybetmiş paşa dedemin bu seyahate nasıl katlanacağıydı…
Arnavut bahçıvan Yusufi amcayla Mihail’in; sabır ve emekleriyle yarattıkları cennetteki serin, gölgelikli köşelerden farksız bahçeyi görünce bin bir meşakkatle vasıl olduğumuz evimizde yorgunluğumuz geçivermişti. Justine teyzeyle kızı Lili tüm köşkü elden geçirmiş iyice havalandırmışlardı. Paşa dedemin ve anneciğimin taraçaya açılan sedirli odalarını gümüş mangallarda alazlanan korlarla ısıtmış, buhurdanlıklarda en iyi buhurları yakarak Büyükada’nın o doyumsuz bahar havasını evin içine hapsetmişlerdi.
Üzerimizdeki yol rehavetini attıktan sonra ev çalışanlarının günlerdir hazırladıkları yolluklara, Justine teyzenin kendi hayvanlarının sütüyle mayaladığı mamulleri, sac üzerinde pişirdiği adada bolca bulunan sirken otlu katmerleri katık ederek büyük bir iştiha ile yedik…
Devam edecek…