Tweet |
GÜLÇİN GRANİT / ÖYKÜ
Yaz sezonu kapananınca, meydan yaban ördeklerine kaldı. Yani her şey aslına rücu etti. Yaban ördekleri sahil boyunca toplu olarak yeşilbaşlarıyla salınıp dururken, paytak paytak da yürüyorlardı. Onların sert vak vak lama sesleri, bana senfoni orkestrasını anımsatmıştı. Yaban ördeklerinin organik beslendiklerine o gün şahit oldum. Yabanördekleri hakkında daha bilmediğim birçok şeyi öğrenirken, hayretlerim dalgalara köpürerek karışacaktı.
Kedilerin karınlarını, salamla iyice doyurduktan sonra ördekleri beslemeğe kalkmıştım. Ördekler yalnızca salamın yüzüne bakıp, yandan yandan geldikleri gibi gittiler. Yerlere saçılmış olan küçük salamların başına konan karakargalar ise bir anda küçük parçaları tarumar ettirler. Birden etrafım yabanördekleri, kargalar ve kedilerle dolup taşmıştı. Konup konup kaçan küçücük serçeler, ya onlara ne demeli? Karnı doyan kedilerin oyun saati gelmiş olmalıydı. Bir taraftan yaban ördeklerini kovalıyorlar, bir taraftan kargaları sanki yakalayacaklarmış gibi pusuya yatıyorlardı. Nedense, minik serçeleri ise hiç kale almıyorlardı. Velhasıl kedilerin keyfine diyecek yoktu. Ya benim keyfime; hiç mi, hiç diyecek yoktu. Vallahi! İnsanların içinde bu kadar huzur bulmuyorum desem, lütfen bana inanın.
Bir hafta öncesi insan kaynayan sahil, şimdi ise gerçek ev sahiplerini ağırlamaya başlamıştı. Kumsalda ne bir çöp ne de insana dair bir iz vardı. Yalnız; deniz, hayvanlar ve ben. Yanımda getirdiğim elmaları, ördeklerin yiyip yemeyeceklerini bilmeden, bütün olarak önlerine bırakmıştım. Uzun sert gagalarıyla elmayı parçalayıp yemişlerdi. Sonra topluca denize girip gürültülü kanat sesleri arasında havalanmışlardı. Onların alçak ve renkli uçuşlarını büyülenmişçesine izlemiştim. Yabani ördekleri karşı dağın yamacına kadar uçabilmişlerdi. Çevreye renkleriyle görsel şölen sunuyorlardı. Şaşkınlığıma engel olamıyor bir yandan heyecanlanıyordum. Karada gezip, denizde yüzüp, havada nasıl uçuyorlardı? Ne kadar marifetli hayvanlardı bunlar? Bir de asil ve vakur duruşlarına diyecek yoktu. Evet, evet onlar da ucan ve kaçan guruptandı. Onları, bir an da, her yerde görmek pek mümkündü. Bu durum beni şaşırttı, bana matruşa bebeklerini anımsattı.
Dolayısıyla ördeklerin de uçabildiğini o gün öğrenmiştim. Çıplak ayaklarımla kızgın olmayan kumlara basarak yürümeye başlamıştım. Köpüren dalgalara ayaklarımı soktum ve sahil kenarında dalgalara vurup köpürterek ilerliyordum. Kedileri arkamda bırakmıştım, onlarda miskin miskin yatıyorlardı. Büyükçe bir kayaya oturdum, yanımda getirdiğim bayat ekmekleri koparıp denize atmaya başlamıştım. Martılar derken, aklınıza beyaz martı gelmesin; bizim adanın martıları gri renktedir. Attığım ekmekleri, deniz altından küçük balıklar, denizin üstünden martılar kapıyorlardı. Denizin yüzeyinde gırla curcunadır gidiyordu. Denizde, balıkların ve martıların büyükçe bir savaşı vardı, denizin üstü bir anda yağmur damlacıkları gibi pıtır pıtır oluvermişti.
Hayvanları besledikçe doyduğunuzu hiç hissettiniz mi? Ben hep böyle hissetmişimdir. Her gün birkaç hayvan doyurmazsam aç kalacağımı zannederim. Her gün hayvan sevmezsem, sevmeyi unuttum sanırım, her gün onlara dokunmazsam, o günü uğursuz sayardım. Bazen düşünürüm, biz mi hayvanlara hizmet ediyoruz, yoksa onlar mı bize? Tavuk mu, yumurtadan çıktı; yoksa yumurta mı tavuktan, işine dönmeden düşüncemi söyleyeyim. Onlar olmasa biz ne yapardık. Tanrının sessiz kullarıydı hayvanlar. Bir o kadar değerli, bir o kadar kıymetli diye düşünüp, elimdeki ekmeği tüketiyordum. Tekrar kalkıp geldiğim yere dönmüştüm. Cevrede cıt yoktu. Ne insan sesi, ne motor sesi yoktu. Duyulabilen yalnızca, dereden gelen kurbağaların huzur veren vıraklama sesleriydi.
Çam kokularını içime çekerek nefes çalışmaları yaptım, etrafım dağlarla ve denizlerle çevrili olan, bu yerde denize giriyordum. Tanrının bana sunmuş olduğu bu güzelliklerden dolayı kendisine şükür ediyordum. Etrafım bomboş, sahil ve ben. Vücudumu denizin yumuşak sularına bırakarak bir müddet yüzdüm. Henüz deniz soğumamış, eylülün sonlarındayız, denizin son demleri...
Gözlerim kumsalda bana doğru koşan Karabaşa takılmıştı. Beni kel başımdan tanıyor olmasından çok memnun oldum. E! Ne de olsa, kafam güneşin altında bir ampul gibi parlıyordu. Parmaklarımla bir ıslık çalarak, “Hadi oğlum gel!” diye bağırdım. Uzun tüyleri havada uçuşarak koşuyordu ve böylece denizin sularına yaşlı ve yorgun bedenini bırakmıştı. Ağzını açarak, derin derin soluyor ve sanki gülüyordu. Yüzerek yanıma iyice yaklaştı kollarını boynuma doladı ve yüzümü yaladı. Birlikte yüzdük tepemizde martılar eşliğinde keyfimize keyif kattık. Karabaşın yüzünden gülücük hiç eksik olmadı. Köpekler güler mi demeyin! Mutluysa gülerler. Yarım saat kadar yüzdükten sonra kıyıya çıktık. Yıllardır ezbere dinlediğim ve şimdi ise ağızıma dolanan; “Sazlıklardan havalanan bir ördek gibi sesin, ürkek şaşkın ve kararsız yürüyorum” şarkısını söylerken ne kadar aptal olduğumu da düşünmeden edemedim.