Son iki aydır ülkemiz ve bölgemiz açısından bir dönüm noktasını işaret eden gelişmeler yaşıyoruz. Günbegün yaşadığımız için hepsini sıralamaya gerek yok. Görünüşe bakılırsa Türkiye her açıdan bir dar boğazdan geçmeye çalışıyor. Geçebilecek miyiz? Ülkeyi bu dar boğaza sokan bu yönetimle zor. Bu dar boğazda bir açıklık yaratabilmenin yollarından biri kanımca en başta iktidardaki partiyi değiştirmek. “Yok birbirlerinden farkı” diyenler vardır ve henüz ilan edilmemekle birlikte seçim sath-ı mahalline girdiğimiz düşünülürse daha da olacak. Oysa arada çok önemli bir fark var: AKP devletin tüm organlarını, yürütme, yasama ve yargıyı cumhurbaşkanlığı seçimi sonuçlarına dayanarak elinde tutan bir iktidar partisi. Bu durumu muhalefet mi yarattı yoksa sorumlu en başta AKP mi? Kendisine her “demokrat” diyen demokratikleşme sağlasaydı bugün yaşadıklarımızı yaşıyor olmazdık.
Bugün yaşadıklarımıza bakalım: Suriye’de 10 yılı aşkın bir süre önce başlayan, “demokrat” AKP hükümetinin de “Suriye’yi demokratikleştirme”ye yönelik ABD projesi kapsamında dahil olduğu kargaşa, ağır yaptırımlar ve İsrail yönetiminin 7 Ekim 2023’teki Hamas saldırısı sonrası açıkça Ortadoğu haritasını değiştirmek üzere harekete geçmesi sonrasında Esad yönetimi çöktü. İsrail’in bu harita değişikliği çabasına karşı Türkiye’de AKP yönetiminin attığı adımlar ne? Suriye’deki PYD-YPG güçlerinin ya da Suriye Demokratik Güçleri silah bıraksınlar diye Öcalan’a bir çağrı yaptırmak için DEM partili belediyelere kayyum atayarak siyasal bir baskı ortamı yaratmak. Böyle bir çağrının etkisi ne olur? Bu güçleri silahlandıran güçler, başta ABD olmak üzere müttefik NATO ülkeleri geri adım atmadığı sürece bir değişiklik olabilir mi? Zor. Türkiye hükümeti, komşu Suriye’nin yönetimine açıkça şeriatçı silahlı bir örgütün geçmesini bir zafer, fetih havası içinde lanse edip anketlerde puan artırmakla övünüyor olabilir, ama bu olanın Türkiye’ye faydası ne? İçerde şeriatçı ve tarikatçı akımları güçlendirmekten, laikliği boğmaktan, cumhuriyeti demokrasi naraları ata ata saltanata çevirmekten başka bir getirisi olabilir mi? Suriye’nin yeniden inşası için akıtılacak milyarlarca dolarla ağzı sulanan müteahhitlerin güdümü “fetih, gaza, zafer” edebiyatıyla daha ne kadar sineye çekilebilir ki? Bu ortamda “Suriye’deki gelişmeleri okuyamadılar” diye CHP’yi küçümseyen küçümseyene. AKP çok mu iyi okudu? Sorsak “emperyalizme karşı büyük bir savaş” veriliyor. Gerçek: Türkiye, ABD, İsrail ve Avrupa’nın desteklediği HTŞ Suriye’de yönetimde. Türkiye’de hükümet daha fazla Suriyeli mülteci kabulü için Avrupa Birliği’nden fon alıyor. Türk yurttaşları hiçbir Avrupa ülkesine ve ABD’ye vizesiz giremediği gibi mevcut rejim de günbegün sıkılaştırılıyor.
AKP’ye göre “Türkiye uçuyor.” Belki de öyle ama yeraltına doğru bir uçuş bu. Ülkenin 11 ilinin şiddetli bir depremle yerin dibine batmasının üstünden sadece iki yıl geçti. Deprem kuşağında bulunan ülkemizin en büyük kenti İstanbul için deprem çanları çalıyor. İki yıl önceki facia sırasında Çevre ve İklim Bakanı olan Murat Kurum, yine aynı sıfatla daha geçen dün çıkıp İstanbul’un depreme hazırlanması gerektiğini söyledi. Maraş depreminde yaşanan can kayıplarında, Çevre ve İklim Bakanlığı’nın yapılaşma sorunlarını çözememesinden ya da bizzat böyle sorunlar yaratmasından kaynaklanan sorumluluğu kim üstlenecek? Hiç kimse. Tıpkı Cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçildikten sonra bizzat Cumhurbaşkanı’nın ısrarlı “faiz sebeptir enflasyon sonuç” tezinin yol açtığı ağır ekonomik tablonun sorumluluğunu kimsenin üstlenmediği gibi. Milletin seçtiği yürütmenin ve ona bağlı kurumların, milleti temsil eden yasama ve yargı organları karşısında hiçbir şekilde hesap vermediği, hiçbir şekilde sorumluluk üstlenmediği bir yönetim biçimi var ülkemizde. AKP’nin kurduğu bu sistemin içinde yaşarken bazılarının çıkıp “Erdoğan çok başarılı bir siyasetçi, müthiş bir oyun kurucu” gibi sözler sarf etmesi entelektüel ve ahlaki seviyenin ne kadar gerilediğini gösteriyor. Bütün dizginleri elinde tutan bir siyasetçi Anayasa’ya aykırı bir şekilde 2028’de bir kere daha cumhurbaşkanı adayı olmak, bırakın onu ömür boyu ülkeyi yönetmek istiyor ve bunun için elindeki bütün devlet organlarını kullanarak, üstüne üstlük daha geçen gün yasalaşan Devlet Denetleme Kurulu yetkilerine de yaslanarak siyasi bir baskı ortamı yaratıyorsa olabileceği en son şey “iyi bir oyun kurucu” olmaktır.
Cumhurbaşkanı’nın açıkça “Anayasa’yı tanımıyorum” diyebildiği, AKP hükümetleri sırasında 22 yıldır yüzü aşkın değişikliğin yapıldığı 1982 Anayasası’nı değiştirip güya “demokratik bir Anayasa” için kolların sıvandığı bir ortamda beş teğmenimiz (Ebru Eroğlu, Batuhan Gazi Kılıç, Deniz Demirtaş, Talip İzzet Akarsu ve Serhat Gündar) “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye biten geleneksel subay andının içildiği kılıç çatma törenini organize ederek “disiplinsizlik” ettikleri gerekçesiyle TSK’dan atıldı. Amirleri olan, onlarca yıldır TSK’ya hizmet eden üç üst düzey subayın (Albay Alper Topsakal, Yarbay Halit Türkoğlu ve Binbaşı Murat Öztürk) da onlarla birlikte TSK ile ilişiği kesildi. Milli Savunma Bakanlığı’nın Yüksek Disiplin Kurulu’nda dörde karşı beş oyla kabul edilen bu kararın da tabii ki hukuksal dayanağı yok. Cumhurbaşkanı’nın emriyle MSB Yüksek Disiplin Kurulu hiçbir hukuki dayanağı olmayan bir “disiplinsizlik” kararı verdi. Siyasal baskı ortamı yaratmak için yüksek yetkilerine dayanarak hukuku bir kenara iten “bir siyasi oyuncu” ülkenin geleceği için ne vaat edebilir?
Hiçbir şey. Ama AKP’nin vaatleri bitmez. Erdoğan 2013’te “hedefimiz 2023’te Türkiye’nin dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girmesi” demişti. Sonuç: Enflasyonda dünya ikincisiyiz, birinciliği zorluyoruz. Maliye Bakanımız devletin yüksek bürokratlara beşer maaşlık ödemelerle, saray harcamaları ve bilumum “itibar” giderleriyle boşalan kasasını doldurmak için vergi üstüne vergi koyuyor. Sermaye desen yok, yabancı yatırım desen hiç yok. Ama ne gam! Ulaştırma Bakanı Abdülkadir Uraloğlu gayet rahat çıkıp “Ülkemizin 2053’te dünyanın ilk 10 ekonomisi arasında yer almasını hedefliyoruz,” diyor. AKP Türkiye’yi sürekli konuşarak yönetmeye çalışıyor. Konuşmalar fayda etmediğinde de hukukun askıya alındığı siyasal baskı ve siyasal karalama kampanyaları başlatılıyor. Misal: 6 Şubat depreminin yıldönümü yaklaştığı için bir 6 Şubat Depremi Sempozyumu düzenlendi. Herkes konuştu, bölgeyi ayağa kaldırmak için neler neler yapıldığı anlatıldı. Bu esnada Ege’de Santorini Adası civarında deprem fırtınası yaşanıyor. Yunanistan teyakkuza geçmiş, Türkiye’de görebildiğim kadarıyla hiçbir hareket yok. Sorsan: “AKP depreme hazırlık yapıyor.”
“Amma da abarttın, hiç mi bir şey yapılmadı, hiç mi bir şey yapılmıyor?” diyenler çıkacaktır. Elbette ki geçiş garantili yollar, köprüler, yatış garantili hastaneler yapıldı, yapılıyor. Ama bunlar hep devletin kasasını, bizim kasamızı boşaltıyor. Bunun adı “akıllılık” ve “feraset” değil “servet transferi”dir. Sonucu belli ihalelerle gerçekleşen bu transfere karşı çıkanlara da “Soğan-ekmek yiyelim ama Silahlı İnsansız Hava Aracımız olmadan olmaz, vizyonunuz çok dar” diyenler oluyor. Onlara şöyle diyorum: Herkesin yaşam standartlarının normalleştiği, ülkenin siyasal ve stratejik önceliklerinin daha iyi yatırımlarla güçlendirildiği bir ortamı hayata geçirmek zor değil. Ama AKP ile bu mümkün değil. Çünkü AKP’nin söyledikleri ve yaptıkları birbirini tutmuyor, hiçbir zaman da tutmadı, tutmayacak.
Başladığı henüz ilan edilmemiş seçim sürecinin en önemli sloganlarından biri de öyle görünüyor ki “Kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz.” İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun Çağlayan Adliye Sarayı’na ifade vermeye gittiği gün toplanan kalabalık bu sloganla coştu. Yandaş medya ve ardından Cumhurbaşkanı hemen bu sloganı terör örgütlerinin sloganı ilan etti. Öyle görünüyor ki bu tez sık sık işlenecek ve CHP terör örgütleriyle ilişkilendirilmeye çalışılacak. Oysa bu sloganlaşmış bir dizedir. Beltolt Brecht’in şiirlerinden A. Kadir ile Asım Bezirci’nin yaptığı çevirilerin yer aldığı “Halkın Ekmeği” başlıklı seçkide (Yazko, İstanbul, 1980, s. 104-105) bulunan “Ya Hep Beraber Ya Da Hiçbirimiz” başlıklı şiiri tekrar tekrar okuyup üstüne düşünmeye değer. Bizi doğruya yönelttiği için yandaş medyaya ve Cumhurbaşkanı’na da teşekkür edelim. Brecht’in dediği gibi: “Bilin: Halkın ekmeğidir adalet/ Bakarsınız bol olur bu ekmek/ Bakarsınız kıt/ Bakarsınız doyum olmaz tadına/ Bakarsınız berbat/ Azaldı mı ekmek, başlar açlık/ bozuldu mu tadı/ başlar hoşnutsuzluk boy atmaya.”
Ya Hep Beraber Ya Da Hiçbirimiz
1.
Kim mi kurtaracak seni, köle?
Görecekler seni, kardeş.
yuvarlananlar uçuruma,
duyacaklar çığlıklarını:
Seni köleler kurtaracak kurtaracaksa!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
2.
Kim mi kurtaracak seni, aç insan?
Bize gel ekmek istiyorsan,
bize gel, kıvrananlara açlıktan.
Biz gösterelim sana yolu:
Biz açlar vereceğiz sana ekmeği!
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
3.
Kim mi alacak öcünü, yenilmiş adam?
Vurulmuşsun madem,
gel yaralıların yanına.
Gerçi biz zayıfız, kardeş.
zayıfız, yaralıyız ama,
alırsak biz alırız öcünü senin.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
4.
Kim tutacak elinden, bitik kişi?
Birleşmek zorundadır başkalarıyla
yoksulluğa dayanamayan.
Birleş sen de yoksullarla, durma.
Birleş yarına bırakmayanlarla bu işi.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.
Kurtulmak yok tek başına
yumruktan ve zincirden.
Ya hep beraber ya da hiç birimiz.