Bugun...



Sosyolog Yasin Durak’la Söyleşi

PSAKD (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği) Datça Şubesi, 03 Eylül günü saat 19.00'da “Laiklik ve Kültürün Huzursuzluğu” konulu bir söyleşiye ev sahipliği yaptı. Konuk Sosyolog Yasin Durak'tı.

facebook-paylas
Güncelleme: 05-09-2022 13:22:13 Tarih: 05-09-2022 13:19

Sosyolog Yasin Durak’la Söyleşi

SÖYLEŞİ: MEHMET ERDAL

LAİKLİK, BİR YURTTAŞLIK HUKUKUDUR!

     PSAKD (Pir Sultan Abdal Kültür Derneği) Datça Şubesi, 03 Eylül günü saat 19.00'da “Laiklik ve Kültürün Huzursuzluğu” konulu bir söyleşiye ev sahipliği yaptı.

     Şube yönetiminden Nuran Bektaş'ın kolaylaştırıcı olduğu söyleşinin konuğu Yasin Durak, 1984 doğumlu bir sosyolog ve yazar. Çok sayıda dergi ve gazetede yazıları yayınlanmış. Barış İçin Akademisyenlerin "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisini imzaladığı için 1 Eylül 2016'da 672 sayılı KHK ile üniversitedeki görevinden ihraç edilmiş. Bir süre meslektaşlarıyla birlikte kurduğu Sokak Akademisinde alternatif öğretim faaliyetlerine devam ettikten sonra Sol Kültür Yayınevinde editörlük yapmaya başlamış. Önceden yayınlanmış “Emeğin Tevekkülü-Konya'daki İşçi İşveren İlişkileri ve Dindarlık” başlıklı bir kitabı bulunuyor. İkinci kitabı, Sol Kültür Yayınlarından çıkan “Kültürün Huzursuzluğu”.

     Yasin Durak, 50 dakika civarında süren söyleşinin 40 dakikasında soluksuz konuştu; konu gereği yer yer akademik kelimeler kullanmak zorunda kalsa da yalın bir dille ve somut örnekler vererek, 20 yıl süren AKP iktidarı döneminde laiklik ve onunla doğrudan ya da dolaylı bağlantılı konularda yaşanan gelişmelere dair düşüncelerini dinleyicileri ile paylaştı.

     İMAM HATİP MEZUNU OLMAK KUTSAL BİR ŞEY MİDİR?

     Yasin Durak, çok güncel bir olay olan Gülşen'in göz altına alınmasına ve tutuklanmasına atıfta bulunarak konuşmaya başladı: Gülşen politik birisi değildi. Muhalif de değildi. Sadece, dekolte kıyafetleri sahnede sıkça eleştirilen ama bu giyiminden vazgeçmeyen bir şarkıcıydı. Bu kadını, İmam Hatip Okulları ile ilgili yaptığı bir espri nedeniyle tutuklamışlar ve sonra da ev hapsine almışlardı...

     İmam Hatip mezunu olmak kutsal bir şey midir? İmam Hatipli olmak özel bir şey midir? Ya da Sünni İslam'ın kodlarıyla bezeli herhangi bir nesne her zaman için yüce bir yere mi konulmak zorundadır? Eskiden böyle miydi?

     Bugün geldiğimiz noktada, Sünni İslam'a vakfedilmiş milliyetçi muhafazakârlıkla harmanlanmış bir resmi ideolojinin kültür üzerinde tahakküm kurduğunu görüyoruz. Bunda, muhalif kesimin payı azımsanmayacak ölçüdedir; bu nedenle, çuvaldızı bu tarafa yatırmakta yarar var.

     İNSANLAR, ÖRGÜTSÜZ OLDUKLARI İÇİN İTAATKÂRDIR

     Benim iki çalışmam vardır. İlk çalışmam, işçi dindarlığı üzerinedir, Konya'da. O çalışmamdan da bilirim; insanlar dindar oldukları için değil, örgütsüz oldukları için itaatkârdır. İnsanlar, dinsel kodlardan kolayca kopabiliyorlar, sınıf çelişkileri içerisinde. İkincisi, olağan muhafazakârlık sanrısı ile ilgili. Şöyle bir algı var; Türkiye'de doğdun ya, doğuşun gereği dindar, muhafazakâr, milliyetçi, hatta Sünni İslam'a ait kodlara sahipsindir. Sanki bunlar senin doğal halindir de sen daha sonradan aydınlanarak değişirsin.

     Hayır! Böyle bir durum yok. Ama bu postülayı (ispat gerektirmeyen gerçeği), her nedense, sosyalist solun bile bir kısmı kabul etti. Bu aslında, bilindik bir Necip Fazıl Kısakürek ezberiydi. Neydi o ezber? “Öz vatanında parya, öz yurdunda sürgün; işte dinimizi yaşayamıyoruz, devletin baskısı var üzerimizde.” Baktığımız zaman, AKP öncesi dönemde, 90'larda filan, İslamcılar açısından bir çetin dönem görüyorsunuz, ama bu baskı da sadece örgütlü radikal gruplara yapılmış bir şeydi; evlerden domuz bağı ile bağlanmış cesetlerin çıktığı, siyasal İslamcı terörün zirve yaptığı dönem... Bugün ise devleti ele geçirip kurumsallaştığı bir evreye doğru vardı.

     DİNDAR MUHAFAZAKÂRLIK, ÜRETİLİR

     Ben işin kültürel bağlamına bakıyorum. Nedeni çok önemli. Şöyle bir sıkıntı var; Türkiye'de yaşayan insanların, kendiliğinden dindar, muhafazakâr, milliyetçi olduğunu, çaresiz vaka olduğunu düşünüyorsak eğer, “dükkanı” kapatıp gidelim.

     Biz şunu biliyoruz; dindar muhafazakârlık, üretilir. Bütün bunlar üretilir. AKP zaten son 20 yıllık kültür politikasıyla, kademe kademe bunu yaptı. Hayatı böyle kurdu.

     Dikkat edin, iş bulamayan birisi, iş bulabilmek için, işini kaybetmemek için iş yerinde uygulanan dinsel kalıplara uygun davranır. Örn: sabahleyin hoşça söylenen bir “merhaba”ya hırsla ve homurtulu bir biçimde “aleyküm selam” diye yanıt verilir. Daha sonra sizi dinsel jargonun kalıpları sarar. İş yerinde kim Cuma namazına gitmez, kim oruç tutmaz... derken oradan mezhepçi bir kanada doğru evrilinir ve daha sonra da bakarsınız ki aslında bu inançsız arkadaş, bir yerden sonra yapa yapa aynı noktaya gelmiş.

     Yaptıkça, inanırsın!

      AKP, ÖNCELİKLE ÜCRETLİLİK İLİŞKİSİNİ BİÇİMLENDİRDİ

     Biz Marksist'iz, sosyalistiz. Biz hiç bir şeyi tüketimden tanımlamayız; üretimden tanımlarız.

     AKP iktidarı döneminde, ilk önce, ücretlilik ilişkisinin kodları dindar, muhafazakâr, milliyetçi kalıplara hapsedilmiştir. Bunun yolu da 4857 sayılı iş kanunu ile gerçekleşmiştir; AKP'nin ilk icraatıdır. 2001 devalüasyonunu gerekçe göstererek, daha R. T. Erdoğan Başbakan bile olmamışken, öncelikle bu yasayı geçirdiler; bu, Özal'ın başladığı işi bitirmenin tek yoluydu. Daha sonraları, bizim sol liberaller, çok sevdikleri için, bizim tanımladığımız bazı ilişkileri, bunlar proletarya değildir, prekaryadır, dediler. Prekarya dedikleri, eskiden beri kullanılan bir kavramdı; eğreti, rizikolu çalışma, güvencesiz, sağlıksız, riskli çalışma, anlamına geliyor. Kırılgan koşullarda çalışmaya deniyor. Bu hayata geçtiğinde ne oluyor? Hukuki, siyasi denetim, yani devletin kontrolü vs... azalıyor. Tamamen sermaye lehine terk ediliyor. Belirli türden sermaye grupları da AKP döneminde, dikkat edin, örn: Demirören Grubu, bunlar da aynı kalıplara başvuruyor, sömürüde. Neyi görüyorsunuz? Akrabalık, hemşehrilik, tarikatlar... Bunlar kamu bürokrasisinde de sözleşmeli çalışma adet haline getirildiğinden beri kliantelizm dediğimiz, kayırıcılığın ilk aşamasıdır, daha sonrası güvencesizlik vs. Bu sefer güvence neye dönüşüyor? Tamamen işverenin insafına. Emeğin denetimi ne ile sağlanıyor? İş bulmak, işçi bulmak, bütün bunlar dinsel kodlarla yapılıyor.

     Ücretlilik ilişkisinin normları bu çerçeveye dönüştürüldü, çok hızlı bir şekilde. Bir çok alanda, Datça'da ya da bazı ilçelerde pek fazla hissedilmez, ama ana eksende bu söz konusudur. Kamu bürokrasisinde de bu söz konusudur. Yani, böyle saçma sapan dini gerekçeler ile insanların işten atıldığı, bir döneme doğru gelindi. Ekstra olarak, laiklik tartışmasında anlaşılmayan şeylerden birisi de budur.

      Eğer, seküler tüketicilik ekseninde düşünürseniz, bunu anlayamazsınız. Bunu çok gördüm. İşte, ben özel arabamla gidiyorum, yüksek güvenlikli sitemde yaşıyorum, işte şehrin aslında lümpen kesimlerinin pek de gelmediği yerlerde dolanıyorum. Evet, mini eteğimi filan giyiyorum. Kıyafetime kimse karışmıyor... Böyle düşünen insanlar vardır. İçkimi de içiyorum falan...

     LAİKLİK, BİR ORTA SINIF TARTIŞMASI DEĞİLDİR

     Tüketimden baktığınız zaman da aslında yine işin sınıfsal boyutu görünüyor. Gün aşırı daraltılan ve pahalanan seküler yaşam olanaklarını satın almaya parası olanlar bu laiklik meselesinin sınıfsal bağlamını da gözden kaçırdı. Çünkü bunun kamu yaşamı ile bir bağlantısı vardır; burada da, galeyanın eşiğinde tutulan bir gündelik hayatta, bakkal alış verişinden otobüs yolculuğuna kadar sürekli tehdit edildiği potansiyel galeyanla, potansiyel linç tehlikesi ile işe gidip gelen proleterdir. Bu noktada, sen, Türkiye'de, işçi sınıfı dindardır, milliyetçi muhafazakardır; bunlar böyle yaşar; dolayısıyla laiklik bir orta sınıf tartışmasıdır; Gezi direnişinin karakteristiği orta sınıftır filan... diyorsan, ki bu bir AKP postülasıdır, dolayısıyla sen bu postülayı kabul ediyorsun, demektir.  

     DİNDARLIK, ÜRETİLDİĞİ GİBİ KIRILIR DA

     Burada, terk etmemiz gereken ilk şeyin şu olduğunu söylemeye çalışıyorum; dindar, milliyetçilik, muhafazakârlık vs... üretildiği gibi kırılır da. Ben bir sosyalist parti üyesiyim. En dindar yerlere gidiyoruz. Biliyorsunuz, AKP iktidar 4+4+4'ten beri eğitim sisteminin canına okudu. Şimdi, Keçiören'de örneğin, ücretsiz matematik dersi veriyoruz, öğrencilere. En dindar kişi dahil hepsi getiriyor çocuğunu. Kimse, bunlar kafir, sosyalist... demiyor. Çünkü çocuk “Ayetel kürsü”yü ezbere biliyor ama çarpım tablosunu bilmiyor. Yüzünüzü döndüğünüz anda aslında kırabileceğiniz çok fazla şey mevcut. Bu nedenle de tüm bu kültür tartışmalarında, laiklik tartışmalarında evvela anlaşılması gereken şey, Sünni İslam'ın kodlarıyla milliyetçi muhafazakâr elitin bütünleşmiş resmi ideolojinin bu halkın kendisini ifade etmediğidir. Bunu anlamak gerekiyor. Çünkü bu Türk sağının Necip Fazıl Kısakürek'ten beri bilindik ezberidir; halkı ve geleneği üretme çabasına, halka ve geleneğe dayanma gibi gösterir. Bu Türk sağının en afili yalanıdır. Böylelikle de Türkiye solunu hep yabancılıkla, kökü dışarıda olmakla vs. suçlar. Ama bakarsanız NATO'ya biz karşı durmuşuzdur, 6. Filo'ya karşı namaz kılanlar bellidir, hani kim yerlidir, kim değildir, bunlar bellidir. Hele ki İslamcılar özelinde bakarsanız, bunların tarihi işbirlikçidir. En başından beri böyleydiler; her zaman. Biliyorsunuz, en son birisi çıktı, fesli, işte Yunan alsaydı Anadolu'yu filan, dedi. Böyle tipler, en aymaz, en ukala tipler, topuğunu yere vura vura, hayır, biz bu kültürün ta kendisiyiz iddiasında bulunan bir gruptu, AKP'yi ilk başta iktidara getirenler... Kafka'nın bir sözü var; Dünya ile savaşında, dünyanın tarafında ol, gibi. İlk yaptıkları dönüşümler, tamamen kültürün aslında değişim kodlarından olan birisine çok uygundu; değiştikçe aynı kalır, aynı kaldıkça değişir.

     AKP, EMEKÇİLERE KARŞI HİÇ HOŞGÖRÜLÜ OLMADI

     Örn: Erdoğan, ilk başlarda Atatürk demedi. Açın, bakın, 10 Kasım konuşmalarına bakın, 20 yılda iki kere üç kere Atatürk dedi. Mustafa Kemal, Gazi Mustafa Kemal... Ne yaptı? Osmanlı subayı... Böylece, Mustafa Kemal'in Osmanlılığı bir anda ön plana geçti. Gazi'nin şahsı, manevileşti. Aldı, kendi hegemonik iddiasının içine yerleştirmeye çalıştı. İlk dönem hegemonikti kültür politikaları... Şu anda liberallerin saçma sapan bir ayırımları var ya, yok efendim AKP önceleri hoşgörülüymüş de... Hayır, AKP emekçi sınıfa karşı hiç öyle değildi. Önce emekçilere saldırdı, 4957 sayılı yasa ile. Özelleştirme karşıtı direnişlerde yalnız bırakıldık. Sosyalistlerin büyük bir kısmı yalnız bırakıldı.  İşçi sınıfı yalnız bırakıldı. Özal'ın 1986 yılında çıkardığı yasadan beri başlayan taarruz, sol liberallerin desteği ile tekrar devam etti, işçi sınıfına karşı; işçi sınıfı ile işini bitirdikten sonra diğerlerine yüzünü döndü.

     OSMANLICILIK HİÇ BİTMEDİ

     AKP, her zaman Osmanlıcıydı. İlk başlarda, Osmanlıcılık nasıldı? İşte azınlıklar Osmanlı'da özgür yaşıyordu, hepsi daha iyi durumdaydı. Ulusallık, topluma baskı yaptı, homojenleştirdi... vs. bir hikaye çiziyorlardı. O zamanlar, sivil bir Osmanlıcılık vardı. Sonra bir anda MHP ile ittifak olunca Osmanlı bir anda devletçi Osmanlı oldu. Fetihçi Osmanlı oldu. Yani, aynı söylem, farklı teamüller ile devam etti.

     Şimdi, bakıyorsunuz, yine ne yapıyor? Bütün kültürel kodları kendine endeksliyor, kalkınma hamlelerine endeksliyor. Konuşmalarına bakın; örn: Ferhat'ın Şirin'e su taşımasına değiniyor. Folklorik anlatıyı da kendisine merdiven yapıyor. Yavaş yavaş, bütün yıllar boyunca, bütün politikasını, böyle bir “biz”lik iddiasıyla sürdürdü. Gerçekten de bu  laiklik tartışmasında sapma, çok önemli. O bildiğiniz anayasa referandumu, evet mi, yetmez ama evet mi, hayır mı referandumu çok önemli. O referandum, miladi bir dönüm noktasıdır, dönemeçtir. Bilemiyorum, yine yaparlar mıydı, yapamazlar mıydı? Bildiğiniz gibi o günkü terane, askeri vesayet kalksın, siz de şu İslamcıların üstündeki vesayeti kaldırın, insanlar dinini yaşasın, biz de liberalleşelim... Özelleştirmeye karşı duruyorsunuz da ne oluyor? Fabrikaların, özelleştirilen kurumların... devletin elinde olmasıyla burjuvazinin elinde olması arasında ne fark var? Böyle ifadeler ile özelleştirme karşıtı direnişlere katılınmadı; ilk Tekel özelleştirmelerinde ayıkıldı. O zamanlar Ahmet İnsel bir sol parti kurmaya çalıştıydı; artık sınıf siyasetini terk edin vs.... Ertesi gün Tekel eylemi patladı, projeleri ellerinde, öyle kaldılar. Sonra neyi gördük; aynı güruh, Tekel eylemine gelip Diyarbakır çadırından çıkmadı. Yine, özgül bağlamını, o zamanki işçilerin direnişi bile aynı paradigma ile hapsedildi. Daha sonra neyi gördük? Barış süreci sırasında, ki ben barış imzacısıyım ama barış sürecini deli gibi eleştirenlerdenim. O barış sürecinde Osmanlıcı bir retorik kuruldu; Kürt hareketi ve sol liberaller buna da eşlik ettiler. Yani açık. Çuvaldızı kendimize batıracağız, diyorum. Bunda şaşılacak bir şey yok. Bazılarımızı üzmüş olabilirim ama hepiniz biliyorsunuz, bunları.

     OSMANLI HUKUKU GÜZELLEMELERİ YAPILDI

     Başka neyi gördük? Yine, bu retorik ile başa çıkılamadı. Bin yıllık Osmanlı hukuku güzellemeleri yapıldı; Selahattin Demirtaş bile bunu yapmıştı, daha sonra özeleştirisini verdi. Gezi direnişinin dahi ilk günlerinde eylemin ulusalcı karakterlerine dikkat çekenler oldu. Daha sonra olay patlak verince sahiplenenler oldu. Bir tanesi çıktı, biz Gezi'yi örgütlerken vs. dedi. Hatta karikatürlerini yaptılar, işte taş atan Ufuk Uras... vs.

     KÜLTÜR MESELESİNİ YANLIŞ ANLADIK

     Burada, şöyle bir sıkıntımız var; Lenin'in öncü siyaset, artçı siyaset sözü var ya. Artık, stratejilerin, taktiklerin çok önemi yok. Memleketin artçısı bile olamayan, bakın 1980'den bu yana memleketteki reaksiyonların, işçi direnişlerinin değil örgütleyicisi olma, artçısı dahi olamayan bir kafa yapısına sahibiz. Bunun nedeni de bir kere şu kültür meselesini yanlış anlamamızdır. Kültür meselesini çok yanlış anladık.

     Peki, kültür dediğimiz şeyin imkanı nerede ortaya çıkıyor? Karşılıklılık ilkesi diye bir şey vardır.  Örn: Komşudan gelen tabak boş dönmez. Hala bu gelenek vardır. Direniş anlarında, neyi gördünüz? Karşılıklılık ilkesinin her yönüyle taarruza geçtiğini gördünüz. İnsanlar parklarda buluştu, birbirlerine hikayelerini anlattılar. Deneyimlerini değiş tokuş ettiler. Mahallesinde selamlaşmadığı insanlarla tanıştı. Herkesin herkes ile tanıştığı, poğaça börek paylaştığı, hemen hemen her parkta forum yapıldığı bir kamusallıktan hemen bir anda AKP eliyle herkesin herkesten korktuğu, eve kapandığı, herkesin birbirini ispiyonladığı, ihbarcılığın tavan yaptığı, sokağın evden çıktığı, linç kültürünün tavan yaptığı bir kamusallığa dönüşüldü, 10 yıl gibi kısa bir süre içerisinde.

     Bu insanlar bu kadar muhafazakâr ise, işçi sınıfı muhafazakâr ise neden bu kadar çok kaçak içki yapımından zehirlenen var? Satın alamıyor. Bir de ikinci bir algı, birincisi halkın kendiliğinden muhafazakâr olduğu, hatta Türkiye'de yaşayan insanların ortalamasının muhafazakâr olduğu yanılgısı bir kere kabul edildiği anda buna dayanan hiç bir kültür politikası AKP'den fazlasını yapamıyor. AKP'de buna dayanıyor. O da yanılıyor, aslında... Uzatmayayım, sembollerden, zaman anlatısına, izlediğiniz filmlere kadar bunu deşifre etmeye çalıştım. Kademe kademe yaptı bunu. Özellikle OHAL dönemine kadar.

     Neyi gördük? Örn: TRT'nin Diyanet yayını açılana kadar AKP döneminde TRT'nin dini yayın yapma süresi düşmüş gözüküyordu. Bakıyorsunuz, hayır, dini yayın tanımı daraltılmış. Bizim dini yayın dediğimiz, o sadece milli yayındı. TRT Diyanet açılana kadar sadece duayı dini yayın sayıyordu. İşte Arapça dua okunursa o dini yayındı... Marksizmin güzelliği budur; her şeyin arkasına bakarsınız. Her şey göründüğü gibi olsaydı, bilime gerek kalmazdı. Örn: Cacus örneği vardır. Bir mağarada yaşayan Cacus, kanatları vardır, Yunan mitolojisindeki Hermes gibi, geceleri köye gider ve sığırları geri geri yürüterek mağaraya kaçırıp yer. Köylüler de ayak izlerine bakıp sanırlar ki Cacus sığırları çalmıyor, kaçırıp yemiyor, aksine, sığırları bahşeden Cacus'tur; sığırlar kendiliğinden kayboluyor.

     Bunun gibi, sen, gelir durumundan hareketle sınıf tanımı yaparsan, gelirini sıfır gösteren multi milyarderleri, yoksulların içinde sayarsın.

     AKP DİNCİ DEĞİL, BİZ PARONAYAKMIŞIZ, KEMALİSTMİŞİZ

     Bunları neden anlatıyorum? Bize şöyle savlarla gelindi: AKP'nin dinci olmadığı, bizim paranoyak olduğumuz... Daha 2011 yılında, Macaristan'da sunum yaparken, Kanadalı birisi paraladı beni; sen, kesin bir Kemalistsin, Türkiye'de kesinlikle İslamizasyon yok, diye... Ne desek boş. Bugün geldiğimiz noktada, her şey yasak; Gülşen, festivaller... Yaşamayın diyorlar!.

     Neydi, ilk başlarda? İlk başlarda hegemonik, egemen kültür vardı. Hegemonik kültür, elbette bir yanda zor da vardı ama asıl olarak iknaya dayanıyordu, mevcut olanı bir biçimde semboller aracılığıyla İslami olanla kaynaştırmaya çalıştılar. 1990'larda, bununla dalga geçerdik; helalizasyon sendromu, derdik. Her şeyin helal versiyonu. Helal ekmek, helal et, gıda... daha sonra teknoloji ile barıştılar, onu gördünüz. Örn: bir tanesi bir ara Takva Yarışı diye bir oyun yaptı, Monopoly yerine. İşte zar atmak günah diye topaç çeviriyorsun. İlk başlarda bunları yaptılar. Helalizasyon, her şeyin İslami versiyonu vs... gibi. Daha sonra da ulus devletin İslami versiyonu... Bu da yetmedi. Neyi gördük?  Öyle bir duruma geldi ki, artık iki İslamcı fraksiyon birbiriyle çatıştı; darbe girişimi oldu. Bir tanesi, öbürküyle girdi. Biz hala yokuz ortada. Kültür politikası açısından baktığınızda, şunu görüyorsunuz; artık o hegemonik kültürden hakim kültüre, hakim kültürden dayatmaya dönüştü. Daha sonra, folklorik kültür diyoruz buna, yemeye, içmeye, gıdaya dönüştü.

     KÜLTÜREL İKTİDAR OLAMADILAR  

      Ama Erdoğan, yine de çıkıp, bizim sosyalistlerin bile göremediğini gördü; dedi ki, kültürel iktidar olamadık.

     Olamazsın. Mümkün değil.

     Nedenini söyleyeyim, dünyada hiç bir mütehakkim (egemen, hakim olan) kültür yoktur ki defin işleminin yapılmasına göz yummasın. Yamyamlık bile, ki yamyamlık aslında bir defin işlemidir, Çanakkale savaşında övünülür biliyorsunuz, işte durduk, ölülerimizi gömdük ve öyle devam ettik savaşa, diye. Ölülerin gömülmesine karşı çıkan hiç bir kültür yoktur. Sen bu ülkede devrimci cenazelerine saldırdın, Alevi cenazelerine saldırdın. Sen bu ülkede cenazelere saldırıları örgütledin. Sen bu ülkede değil kültürel iktidar olmak, kültür bile değilsin. Muhafazakar taban bile bu saldırılara eşlik edemezken, bu postüladan hareket eden bir fiil burjuva muhalefet, bugün hala laiklik demiyor, dikkat ederseniz. Enes Kara öldüğünde ne dedi Kılıçdaroğlu? Hiçbir şey demedi. Neden? Tarikatçıları küstürmeyeceğim, endişeli muhafazakarlar var, diye. Hep söylediğimiz bir şey var; sen dincilik yaparsan, senden daha dincisi var. Adam gider, ona oy verir. Biz Müslüman olduğumuz için ırkçı olamayız, diyemezsin. Buradan konuşamazsın. Böyle muhalefet edilmez.

     MUHAFAZAKARLIK TUTARLI DEĞİLDİR.

     Dolayısıyla, şu an laiklik, çok net, muhafazakarların da talebi haline gelmeye başladı. Şunu görüyorsunuz; birinci yanılgı, Türkiye'de insanların, bilhassa da alt sınıfların muhafazakar olduğu yanılgısı. İkinci yanılgı da, muhafazakarlığın tutarlı bir şey olduğu yanılgısıdır. Robot değil, bu insanlar. Yani, tamamen dogmalara göre yaşamıyorlar. Adam namaz da kılıyor, içki de içiyor. Buralarda da çoklar. Görüyorsunuz, hani, yüzü zaten seküler dünyaya dönük. Seküler talepleri olmayan bir şey değil ki muhafazakarlık. Şundan yoruldu insanlar; zırt pırt maneviyat, dinimiz vs... 15 Temmuz'dan sonra muhafazakar tabanda şu da başladı; evvela bunlar paralandırıldı, rant ilişkilerine sokuldu vs. tamam, ama şimdi kolektif varlığa münasip anlamlandırma, buraya kadar daraltılınca ve bunlara yaslanınca, bu şiddete de eşlik edemeyen, sakin bir mülayim taban da var. 15 Temmuz'dan sonra bunları aldılar, zorla demokrasi nöbetlerine gönderdiler; hadi gitme, işten atılırsın vs.

     Muhafazakarsan, işin daha da kötü; hadi oradan da diyemiyorsun. Muhafazakarsan, şey gibi bir korku, Onur Ünlü'nün filmlerinde çok sık bir laf geçer hani, bir gün şölene davet edilirsin, gidip baktığında yemek listesinde adın yazılı. Yani muhafazakar olmak da bir yerde 15 Temmuz'dan sonra böyle bir korku olmaya başladı. Çünkü, sarayın, saray rejiminin, Erdoğan'ın nefret söylemine eşlik etmediğin ölçüde anında Fetöcü ilan edilebilirsin. Bu nedenle, artık muhafazakarlar da korkuyor. Dediğim gibi, seküler talepleri var. Örn: eğitim. Her yer İmam Hatip oldu ama kimse çocuğunu oraya göndermek istemiyor. En dindar insanlar bile istemiyor bunu.

     GELİNEN NOKTA, ŞAŞIRTICI DEĞİL

     Özetleyeyim: tartışmanın geldiği bu aşamada, folklorik tahakküm diyorum buna, ölüyü defnetmeye kadar varan bir saldırı var. Zaten şenliğe karışıyorlar, festivalleri yasaklıyorlar, giyime karışıyorlar, şunu yapma diyorlar, sürekli nefret söylemiyle... Bu geldiğimiz yer, benim açımdan şaşırtıcı değil.

     Kendini sol olarak ifade eden sol muhalefetin, hatta kendini sol, sosyalist olarak ifade eden bir kısım solun çok ciddi payı vardır, bu gelinen noktada. Çünkü, yanlış sağcı soyutlamalara dayanarak siyaset yapma alışkanlığını bir kere kaptı bu mecralarda bu çevreler, bir türlü de arınamıyorlar. Şu an yaşadığımız durumun, bununla çok ciddi ilişkisi var.

     LAİKLİK, DİNDEN POLİTİK ÖZGÜRLEŞMEDİR

     İlk başta dediğim yere geleyim; nedir laiklik? Hukuki, siyasi bir ilke midir? Laikliğin bir kaç bağlamı vardır. Bir kere, laiklik, Türkiye'de, anti-emperyalizmden bağımsız düşünülemez. Bize, hep Fransa'ya bakın, diyorlar; Fransız modeli gibi. Hayır. Türkiye'deki model, Sovyetlerde... Sovyet anayasasına bakın; Sovyetler anayasasında 3 madde var, laiklik ile ilgili. Laikliğin Marksist tanımı, dinden politik özgürleşmedir. Politik özgürleşme şu demektir: herhangi bir insan, herhangi bir yabancılaşmadan ya da herhangi bir düşünceden, kendi üstündeki herhangi bir güçten tek başına kurtulamadığında kolektif, toplumsal olarak, devlet gibi bir örgüt aracılığıyla ondan kurtulmasıdır. Yani şu demektir; din, bu anlamıyla, devletleşemez. Marks, bunu şöyle ifade eder; dinden politik özgürleşme, hiç bir dine ayrıcalık tanımaz, bu sayede dine de olanak tanır. Araçsallaşmamış dine olanak tanır.

     Sovyetlerde, bakıyorsunuz, inanç özgürlüğü garanti altına alınmış ama hiç bir kilise fonlanmamış. Hiçbir tarikat vb. yapılar ile çok çetin mücadele edilmiş ve bunların hepsi çözülmüş. Hiç birinin para toplamasına izin verilmemiş. Kiliseler para toplamış kendi cemaatlerinden, kilisenin giderleri öyle karşılanmış, o da kontrol edilmiş, o çerçevede izin verilmiş. Hiçbir sorun olmamış. Ben bunu dediğimde, diyorlar ki, eeee Sovyetler'de bizdeki gibi feodallik yoktu falan filan... Yok canım. Bütün Orta Asya stepleri orada; Tatarlar vs. silahlı ve bu silahlı unsurlarla uğraştılar. Etnik fark da vardı, üstelik. Biz de diyorlar, Diyanet İşleri laikliğe aykırı olamaz. Bir CHP'li karşıma geçtiğinde, bizde diyor, Diyanet İşleri Başkanlığı olmasa tarikatlar alır başını, yürür. Bu nedenle, Diyanet İşleri Başkanlığını olumluyorlar.

     LAİKLİĞİN ANTİ-EMPERYALİST BİR BAĞLAMI VARDIR

     Şimdi ülkenin tarihine bakalım: Kurucu felsefeydi, laiklik. İlk dönem, zaten kafası karışık bir cumhuriyet projesi vardı. Bu ülkede laikliğin ilk kabul ediliş dönemi sadece ve sadece, dikkat ederseniz, İslamcı zümrelere karşı değildi, saltanat muhitlerine karşı değildi, bunların işbirlikçi olduğu İngiliz muhitlerine de karşıydı. Anti-emperyalist bir bağlamı vardı. Böyle bir durum var ve burada tam bir yurttaşlık hukuku olarak tanındı. Burjuva anlamıyla çok başarısız oldu. İlk bir kaç yıl haricinde ne gördük? Diyanet İşleri başkanlığı kuruldu. Türkiye'nin laikliğe geçişi, laiklik ilkesi anayasaya girdiği anda değildir, Medeni Kanunladır. Bu Medeni Kanununu o zamanlar eleştirenlerde, açın bakın Zafer Toprak'ın çalışmalarını, sadece ve sadece dinciler, sakallı cüppeliler değildi; Fransa'da eğitim almış, yine böyle çok seçkin zevatlar, fularlı tiplerdi. Vay, işte, Türk insanının evrimsel yapısı erkeğin tek eşliliğine elvermez... Böyle bilimsel makaleler filan  yazdılar.

     LAİKLİK BİR YURTTAŞLIK HUKUKUDUR

     Burada, karşımızda bir mantalite var; bunu görmek gerekiyor. Burada, laiklik, bir yurttaşlık hukuku olarak savunduğumuz bir şeydir. Çünkü, artık, bakın sadece Anadolu kaplanları gibi İslamcı burjuva zümreler değil, Marmara baronları gibi seküler burjuva zümreler de yurttaş olamayan ama fakat ümmet olabilen bir Türkiye toplumu fikrine çok alıştılar. Bundan çok nemalandılar. Bunu öyle kolay kolay terk etmezler. Bu iş AKP'nin hudutlarını aştı. Yanı sıra, AKP döneminde kurumsallaşan silahlanan vs. yüklenen bu tarikat yapıları zaten AKP ile mütenasip kademeleri çoktan geride bıraktılar. Çok rahatlar artık.

     AKP ÖNCESİ DÖNEM ÇOK MU İYİ İDİ?

     Dolayısıyla, burada, anlaşılması gereken ne? Diyeceksiniz ki, önceki dönem çok mu iyi idi? Hayır! Hayır! İlk kuruluş aşamasında Sovyet modelini baz alan laiklik meselesi, laiklik postülası, 8 yıl içinde çürüdü. İslamcılar o zamanlar biraz sindirilmişti, yani çok fazla hareket edemiyorlardı. Tamam ya, devlet de seküler oluversin gibi bir yere gelmişlerdi. Ne yaptı Kemalistler? Sünni İslam'ı merkeze çekmek istediler. Diyanet İşleri Başkanlığı bu yüzden kuruldu. Sünni İslam'ı kullanmak amacıyla dogmalaştırmaya, farklı yorumlardan arındırmaya ve resmileştirmeye çalıştılar. Bu, tutmadı. Neden derseniz?

     Bakın tarihe çok nettir; bunlar ilmihal yayınladılar. Ne zaman bunlar ilmihal yayınladılar, aynı yıl Eşref Edip İslami Ansiklopedisini yayınladı. Aynı yıl Risale-i Nur'u tek kaynak olarak gösterdi, Said Nursi. Yani, aslında, İslamcıları da tetikleyen bunlar oldu. Dincilik dinciliği tetikledi. Her kademede bu böyle oldu. Daha sonra Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca burjuvanın diline pelesenk olmuş yalandan bir laiklik kimi zaman karşı çıkılan, kimi zaman övülen, kimi zaman yerilen yalandan derme çatma bir laiklik nosyonu söz konusuydu. Elbette laikliğin kendisi bu değildi. Ancak, bunun model olarak bile varlığını sürdürmüş olması bugün telaffuz edilemediği günlere nispeten çok daha farklı bir dönemdi. Dolayısıyla, burada bugünü yererken dünü olumlayan bir yere düşmek istemiyorum.

     LAİKLİĞİ SAVUNMAK, SOSYALİSTLERİN BİR GÖREVİDİR

     Şunu anlatmaya çalışıyorum: Laikliği savunmak, bu eksende, bir sosyalistin nasıl görevi haline geliyor? Kültür politikası olarak geliyor. Biraz önce dediğim gibi biz bu yurttaşlık fikrini proletarya ile paylaşmadığımız sürece, burada, aslında, sekter solun elitist hafızasının da 80 sonrası travmatik hafızasının da  burada sıkıntısı var; yani proletarya ile bağlantısını kopardığı için çoğunlukla, bu yalan, bu sağcı postülaya o da kanıyor. Bu sefer de Türkiye'deki insanın gerçekten de ümmet olabileceğini düşünmeye başlayarak bu sefer araçsal siyasete yöneliyor. Bunu nerede gördük? İşte Anti-kapitalist Müslümanlar, Gezi direnişi sırasında namaz kılmalar... Deniz Gezmiş'e gıyabi cenaze namazı kıldılar. Yeryüzü sofraları... Şimdi, burada ne var? İktidar kutsal zaman anlatısı koyuyor değil mi; ezan okunurken konuşmayın, şey yapmayın. Şimdi, ezan okunurken, eylemde susalım dan, kadınların doğrudan ezanı protesto ediyorlar anlatısına vardık. Senin o Gezi direnişinde başlattığın o, hadi dindar kesimlere de hassas olalım şeklindeki göreli hassasiyetin nerelere vardı. Çünkü, olay budur; ezan okunurken müziğin kapatılması ricasından ezan desibelinin kulaklarda uğuldayacak kadar yükseltilmesine... Oruç tutanlara saygı gösterilmesi isteğinden oruç tutmayanların linç edilmesine... Yılbaşı kutlamak günahtır yazılı afişleri dağıtmaktan, bu da bizim hakkımız, hassasiyetimiz demekten Reina katliamına...

     ÖRGÜTLEYİCİ OLABİLMEK ÇOK DA ZOR DEĞİLDİR

     Bunların arasındaki rezonans, görülmez bağ nedir? Bu nedenle de şunu anlamak gerekiyor; eylemde ezan okunurken ara vermeyeceksin. Sen bu hassasiyeti gösterdiğin an, bunu kabul ettiğin anda, buradan zokayı yutuyorsun. Bugün geldiğimiz noktada da zaten kimse bu linç korkusuyla artık hareket edemez hale geldi. Ama bakın, 1970'lerde, 1980 öncesinde bize aktarılmayan hafızada ne var? 1970'lerde Çinçin Mahallesi ile ilgili bir çalışma yaptı benim bir arkadaşım; pavyonlardan bitirimhanelere kadar illegal unsurları bile örgütlemişiz. Bütün mahallenin, biz moral ekonomi deriz; iş bulma, işçi bulma, birisine bir şey lazımsa onu ayarlama vb. durumlar, hepsini yöneten bir sosyalist sol var. Bu kültürel bağ kaybedilmiş. Bu sefer neyi görüyorsunuz işte; bu bağ, sadece ve sadece direniş kültüründe, işte Tekel'den sonra Gezi'de yer yer kurulabiliyor. Çok da zor değil. Örgütleyici olabilmek, çok da zor değil. Dediğim gibi en muhafazakâr insan bile pek çok şeye, seküler talebe bile sahip ve bakın, en dinlemeyen, kulağı duymayan bile yüzünü döndüğün anda kaçmıyor. Direnişlerde bunu hep görüyoruz. Orta sınıf hareketi dedikleri o Gezi'de, en önde koşturanlar gecekondulardan inenlerdi. Hepimiz gördük bunu. Sarılmak istediğin o muhafazakâr kesim biraz kirpiye benzer; sana dinsiz, kafir falan der ama yüzünü ona döndüğün zaman, onunla tartıştığın zaman kesinlikle örgütleyici olabildiğin bir kültürel bağlar bu ülkede hala mevcuttur. Her ne kadar iktidar eliyle darmadağın edilmiş olsa da...

 




Bu haber 1975 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SÖYLEŞİ Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI