Öğle sıcağında bir koltuk üzerine uzanmış biraz serinlik geldikçe bu satırları yazıyorum. Unutmak biraz olsun sıcak aklımdan çıksın diye yazıyorum.
Sonu nereye varır bilmem. Mayıs ayında olup biten bu secimler öyle bir mutsuz insan yaptı ki beni. Kendime benzer insanlar ile konuştukça onların mutsuzluğu daha yoğun yaşadığını gördükçe aynı konuları konuşup durmaktan kaçıyorum.
Ne diyeyim gençliğimizde hayal ettiğimiz uğruna mücadele ettiğimiz, bedel ödediğimiz Türkiye bu değildi. Şimdi gerçekle yüz yüzeyiz. Eskiden güzel günler ileride koparıp alacağız onu diyorduk şimdi onu da diyemiyorsun çünkü ilerisi kalmamış. Hayal ettiğimiz her şey eskide kalmış. Yoldaşlık, paylaşma, aşk, okuduğumuz güzel kitaplar, oynadığımız izlediğimiz güzel tiyatrolar, bağıra bağıra yürüdüğümüz sokaklar, meydanlar hep eskide kalmış.
Böyle verimsiz, sıkıcı ortamlar ve siyaset dünyası içinde berbat insanların höykürmeleri, çocuklarımıza gelecek biçmeleri, onların küçücük bedenleri ve ruhları üzerinde kendi siyasi gelecekleri için tepinen insanların çok olduğu bir Türkiye gerçeği ile gel de bu sıcaklardan kurtulmaya çalış. Sıcaklar neyse geçer gider de ' bu toplumun laiklikle sorunu var 'diyen , 'kız okulları açılmalı ' gibi pedagoji ve insan ruhundan uzak görüşleri tekrar tekrar yineleyip duran bu insan zulmünden nasıl kurtulacağız. Büyüklerin, çocukların geleceği üzerinde tepinip duran bu siyasetçi kötülüğünü çok sevdiğim bir kitap üzerinden bir bölümle devam edelim belki biraz serinleriz.
Öğretmenliğim suresince öğrencilerime belli bölümlerini okuduğum sonra da kendilerinin okumaya başladığı' Küçük Prens ' kitabı, aslında çocuklara yazılmış gibi olsa da büyüklerin dünyasını onların monotonloğunu kabalığını, yaşamın güzelliklerinden nasıl koptuğunu anlatır. Ve neden bugünkü devlet sistemlerin böyle berbat bir şey olduğunu anlatmaya çalışır, bizlere. Büyükler sayılardan hoşlanır. Onlara yeni bir arkadaşınızdan söz açtınız mı, hiçbir zaman size önemli şeyler sormazlar. Hiçbir zaman “sesi nasıl, hangi oyunu sever, kelebeklerin peşinden gider mi?” diye sormazlar. Kaç yaşında, kaç kilo kaç kardeşi var babası zengin mi, parası çok mu diye sorarlar. Ancak o zaman tanıdıklarını sanırlar. Büyüklere pembe kiremitten bir ev gördüm, pencerelerinde sardunyalar, damında güvercinler vardı, derseniz, o evi bir türlü gözlerinin önüne getiremezler. Onlara yüz bin dolarlık ev gördüm demeniz gerek. O zaman aman ne güzel, derler .'
Kitap, bir çocuk kitabı ama büyüklerin, bizi yönetenlerin, siyasetçilerin, zenginlerin dünyasını ince bir ironi ile öyle bir tiye alır ki.
Siyasetçilerin, bizi sömürenlerin gözünde bizler bir sayıdan ibaretiz. Onların derdi; bireyin ruhu, mutluluğu değildir hiçbir zaman. Sayıdır sadece, bir oydur, sandığa atılan bir oydur. Aslında demokrasi bir oyundur ama nedense hep belli kesimler bu oyunu oynamak ister. Kendi düzenleri sürsün, şatafatlı hayatları sürsün diye bu oyunu hep kendileri oynamak isterler. Vallahi iyi oynuyorlar sayılarla iyi oynuyorlar. Gözleri sayıdan başka bir şey görmüyor. Tekrar olacak ama sayıya indirgenmiş insan para gibi sayılır, parktaki arabalar gibi sayılır. Ruhu, varlığı hiçtir. Dolaysıyla birey olmak için büyümüş olsak bile biraz çocuk kalmamız lazım, çocuk gözüyle olup bitenlere bakmamız lazım. Böyle bir dünyada, böyle büyüklerin dünyasında biyolojik olarak yaşıyor olsak bile özne olarak, varlık olarak, manevî olarak var olmak için onlara benzememek ve yerine göre itiraz etmek ve direnmek gerekir. Kendini sayı olarak gören ve sadece fizyolojik varlık olarak yaşayan insan aslında yok gibi sanki çürümeye yüz tutmuş gibidir. Böyle insan kitlesi sadece kendisi için değil toplum için de kötüdür, tehlikelidir.
Sonuç olarak ben bir insanım ama kendim için çevremdeki doğal yaşam için de bir insanım onların varlığı benim var olmamı sağlıyor. Bu döngü canlı döngüsü, yaşam döngüsüdür.
Şair Rilke: 'köpeklerin ve çocukların doğa bakışı aynıdır, çıkarsız olduğu gibi bakarlar,' der. Dereyi dere olarak görürler akıllarına hemen boru gelmez, ağacı ağaç olarak görürler akıllarına hemen odun, kereste gelmez.
Düşünmeyi öğrenmiş hiç kimse bir şeyi körü körüne inanmaz, demiş Tolstoy. Maalesef bizde düşünme dersleri yok inanma dersleri var. İnanmak başından düşünmeyi reddetmek ve hiçbir şeyi öğrenmeme isteğidir.