![]() |
Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN /Öykü
Ekmek parası uğruna dünya yüklerinden azade, haşr olunmak üzere henüz toprağa defnedilmemiş, soğuk dolapların merhametine emanet bedenlerin son durağı olan morgdaki görevine bir türlü alışamamıştı, Melek. Burada tüm renkler kör olmuş, her yer siyah ve beyaza bürünmüştü. Hastane koridorlarının kalabalığına inat, büyüyen gölgelerle yükselen ağıtlar küçüldükçe yerini kulakları sağır eden sessizliğe bırakıyordu. Acıyla merakın aynı yüzde kucaklaştığı mevta sahipleri, zaman kavramının yok olduğu, insanın sevdiklerinden kopma noktası olarak gördükleri bu kattan hiç eksik olmazlardı. Üzüntülü insanların hȃlinden anlayıp onlara yardımcı olan Melek, her seferinde gözyaşı dökerdi…
Sessizliğin çığlık olup çağladığı bir nöbet akşamıydı. Gittikçe yükselen sese kulak verip koridora çıktı. Diğer morg görevlisi İlyas’ın yanında, duydukları hüzünden cüsselerini küçülmüş bir karı koca geliyordu. Genç kadının hıçkırıklarla bölünen sık sık nefes alışlarını, bayılacakmış gibi görünen hȃlini fark edince bu sabah iki no’lu dolaba konan erkek çocuğunun annesi olabileceği içine doğdu Melek’in.
Bitkindiler, koridordaki iskemlelere ilişir gibi oturdular. Adam başındaki kasketini havalandırıp elindeki mendille terini kuruladı, bilinçsizce. Genç kadın elleriyle yüzünü avuçlamış, ibadet eder gibi ileri geri sallanıyordu. Yüreğinden kopup gelen bir çığlıkla, nicedir dişlerinin arasında gevelediği oğlunun adını haykırdı:
‘’Mahmut’um! Mahmut’um!’’
***
Beş yaşındaki Mahmut, mutfakta yemek yapmakta olan annesine bir gün:
‘’Anne, bana bir puyoblem sor.’’
‘’Ne dedin, anlamadım Mahmut’um?’’
‘’Puyoblem sor dedim anne.’’
‘’Hay senin Allah’ına kurban! Puyoblem değil oğlum, problem. Hem sen nerden öğrendin problemin ne olduğunu?’’
‘’Hiç, ablamdan duydum. Sor bana o dediğinden.’’
‘’Bak şimdi! Halan sana sekiz ceviz vermiş olsun. Bu cevizlerin üçünü ablana verirsen, geriye kaç ceviz kalır? Söyle bakalım.’’
Mahmut hemen parmaklarına baktı. Kafasını ve parmaklarını bir oraya, bir buraya yatırdı. Zeytin karası gözlerini devşirdi. Ölçtü, biçti. Hesapladı.
‘’Beş ceviz kalır anne.’’
Aferin! Benim akıllı tosunum, ömrüne bereket.’’
‘’Fazla ceviz olsun, öyle sor bir daha anne.’’
‘’Halan sana on iki ceviz verdi diyelim. Cevizlerin altısını yedin tamam mı, kaç cevizin kaldı?’’
Mahmut, mayalı hamur gibi kabarmış etli parmaklarına baktı uzun uzun. Sonra hızla ayağındaki çorapları çıkarıp tombik parmaklarını eğip bükmeye başladı. Gözlerini bir ellerine, bir ayaklarına doğru aktardı, döndürdü. Başını kaşıdı, akan burnunu koluna sildi.
‘’Altı ceviz kalır anne.’’
Bacak kadar evladının verdiği cevaba şaştı kaldı. Ellerini aceleyle kuruladı, yumuşacık bedenine gömülüp öptü öptü. Diğer iki çocuğundan kafalıydı Mahmut’u. Yedi aylık doğup inatla yaşama tutunmuştu. Emeklemeden yürümüş, neredeyse dişi çıkmadan konuşmaya başlamıştı. Badi badi eteğinde dolanır, büyüklerin her isteğine kardeşlerinden önce koşardı.
Yan komşularının torunu Murat’la akran sayılırdı, Mahmut’u. Muratların evinde kiracı olan Mehmet Başkomiser, tayini şarka çıkınca epeydir kömürlükte çürümeye yüz tutmuş çocuklarına ait üç tekerlekli bisikleti vermişti giderken. Akşama kadar çıkmaz kısa sokakta bisiklete binen Murat’a gıptayla bakardı, Mahmut. Gönlü olursa bisikletine bindirir, daha sokağın başına gidemeden mızmızlanarak geri alırdı. Bir bisikleti olsun isterdi Mahmut. İçinde kalırdı hevesi hep…
‘’Anne, babam bana ne zaman bisiklet alacak?’’
Elde avuçta ne varsa ortaya koymuşlar, biraz da borçlanarak ev sahibi olmuşlardı. Mahmut’un babası ilçedeki devlet dairelerinin birinde hademe olarak çalışıyordu. “Ah, oğul! Evin derdi bitmiyor ki bisiklete sıra gelsin. Yazı var, kışı var. Okulu var, bayramı var. Beş boğaz; doymak, ısınmak, barınmak ister…” diye geçirdi içinden.
‘’Alacağım dedi ya baban oğlum. Hele şu borçlarımız biraz hafifletsin de alacak Mahmut’um.’’
Her olumsuz cevap karşısında tombul yanaklarının alı solar, temreli yüzüne hüznün gölgesi düşerdi Mahmut’un. Bisikletten ümidini kesmiş, son günlerde topa merak sarmıştı. Mahallenin küçük büyük çocukları okul dışındaki zamanlarını sokakta, tozun toprağın içinde geçirirlerdi. Kimi bir kuytuda misket oynar, kimi çayırda top koştururdu. Seyrek de olsa bisikleti olanlar şişine şişine kıymetli olduklarını kanıtlarcasına sürerlerdi diğer çocukların üzerine doğru. Mahmut şimdi de nereden duymuşsa meşin top istiyordu ısrarla.
‘’Oğlum, meşin top sert olur. Senin bacakların pelte gibi yumuşak şimdi… Büyü, bacaklarındaki etler kaslansın. Şart olsun ki sana önce bisiklet, sonra da meşin top alacağım Mahmut’um.’’
‘’Rengi kan kırmızısı olsun, hem iki tekerlekli hem de üç vitesli olsun baba.’’
‘’Sözüm söz oğlum, sen hangisini gösterirsen alacağım, ant olsun ki.’’
Babası vara yoğa yemin etmezdi. Ağzından çıktığı anda sözünü senet beller, gereğini yapardı. Mahmut bir sıçrayışta babasının boynuna sarılıverdi. Gözleri tomurcuklandı ikisinin de. Birinin hayallerine bir adım yaklaşmasının sevinci, diğerinin nicedir arzu ettiği hȃlde çocuğunun gönlünü yapamamasının nedameti içindi.
O yıl okula başladı Mahmut. Akıllı akıllıydı davranışları. Geçimliydi, kurallara uyar, dersi öğretmeninin gözlerinin içine baka baka dinlerdi. Diğer öğrencilerden önce söktü okumayı, dört işlemi ilk önce o yapar, parmağını havaya dikerdi hemen. Nicedir boşlamıştı top oynamayı. Varsa yoksa dersleriydi onu ilgilendiren. Ödevleri bitince çekilirdi bir köşeye, mırıl mırıl hikâye kitabı okurdu. Akşama doğru sokağı bir kolaçan eder, iki top tepiştirir yine otururdu hikâyenin başına. Her gün öğretmeninden okumak için iki ödünç kitap alır, bitirmeden gitmezdi okula.
Bir gün babası, hiç beklemediği bir anda verdi müjdeyi:
‘’Mahmut’um, sene sonunda karneni aldığın gün hem bisikletini, hem de topunu aldım bil oğlum.’’
Babasının boynuna atladı neşeyle, gene yaşardı gözleri. Yuvarlandı yavaşça, ikisinin de titreyen çenelerine ılık ılık. Sevinçtendi bu sefer babasının akıttığı gözyaşı. Mahmut’un ise katmerlenmişti coşkusu. Arzu ettiklerine kavuşmaya birkaç adım kalmıştı. Heyecandan, hayal kurmaktan yorgun düşen bedeni kıvrıldığı şilte üzerinde uykuya daldı…
İlkyazın her yeri cennet yeşiline boyadığı, ağaçların renk renk çiçeklenip görücüye çıktığı günlerdi. Yeşil halıyla kaplanmış amber kokulu toprağın bağrında, envaı renkteki çiçekler incecik boyunlarıyla güneşe doğru yol almışlardı. Güvenilmez ilkyaz havasının çapkın rüzgârlarında dalga dalga salınıyordu gelincikler, iri başlı papatyalar, mısır püskülleri, güneş şapkaları…
Okulların kapanmasına sayılı günler kalmış, dersler hafiflemişti. Murat ödev ve okumalarını bitirmişti. Arkadaşlarının ısrarlı çağırmalarına dayanamayıp annesinden izin alarak sokağa çıktı. Kuytuda misket tokuşturdu. Topu tepikledi, bacakları et kesilinceye dek…
Son günlerde on beş on altı yaşlarında iki genç peydah olmuştu mahallelerinde. Nerede oturdukları meçhul bu gençler, her gün ikindiden sonra mahalleye gelip inşaat için düzleştirilmiş arsada bisiklet yarışı yapmaya başladılar. Etraflarına toplanan kendi yaşlarından küçük çocuklara nazire edercesine çeviriyorlardı pedalları. Mahmut gıpta ve hasetle bakardı onlara. Sonra babasının sözünü hatırlar, tombul yanaklarındaki gamzelerini titretecek bir gülüş yerleştiriverirdi yüzüne. Yine de çocukluk yapar, gözlerinin içine içine bakardı. ‘’Gel! Hadi, sen de bin!’’ desinler diye…
Bir gün gençler Mahmut’un gözlerindeki önüne geçilemez isteği fark ettiler. Birbirlerine doğru anlamlı nazarlarla bakıp şeytanca gülümsediler. O günden sonra; uzun saçlı, baygın sürmeli gözlerini oraya buraya devirerek gezen genç Mahmut’a yakınlık göstermeye başladı. Bisikletin arkasına oturtuyor, boş arsada tur attırıyordu. Her gün tekrarlanmaya başladı bu durum. Mahmut mutluydu, bisiklete binince gamzelerinde katmerli güller açıveriyordu. Mahmut iple çekiyordu ağabeylerinin gelişini. Ta ki o melun güne dek…
Yolları kolaçan ede ede tepti foslamış topuna. Yoruldu, terledi. Çayırlıktaki tümseğe oturup yolu gözetlemeye başladı. Akşam güneşi göğü renkli tüllerle duvaklayarak karşı yamaçlara doğru çekiliyordu. Birden ilişti gözü iki gence. Sevincine sevinç katıldı. Ayaklandı, yamaçlarına sokuldu.
‘’Yarış yapacağız tepede, hadi gel sen de! Birimizin arkasına geç, sıkı sıkı sarıl.’’
Mahmut, hiçbir şey düşünemedi. Ne annesinden izin almayı akıl etti ne de bu yarışın hangi tepede yapılacağını sordu… Sadece daha fazla bisiklete bineceğine mutlandı, gönendi ve ağabeylerine katıksız güvendi o kadar…
***
Adam karısını dürttü birkaç kez. Kadının dudakları mühürlü gibiydi, sımsıkı duran dudakları kıpırdadı. Ses vermedi, ritimli salınımları yavaşladı. Kendini bilinçsizce yere attı. Tüm bedeni içindeki volkan sökülüp püskürüyormuşçasına bir azametle sarsıldı. Kuvvetli bir rüzgâr hamlesiyle maruz kalmış bir dal gibi eğilip büküldü. Sonrası görülmez bir elin delice hareketlerle kıvırıp büktüğü bir urgan parçası gibi koflaşıp hareketsiz kaldı bir süre. Kırık bir umutla boynunu hafifçe sağ omzunun üzerine yıktı. Sinesinde yanan ateşin ıstırabını yansıtan hüzünlü sesiyle ağzında dişlediği ağlamakla, inlemek arası nefesini koyuverdi. Rengi uçtu, dudakları bir onulmaz acıyla büzüldü. Kendini hapsettiği kahır dolu sessiz dünyasına geri döndü. Nefesi kilitlenip Melek’in kollarında hareketsiz kaldı…
Genç kadını ayıltma çabasına giren Melek, acılı babanın İlyas’la birlikte morgdaki çocuğun on beş gündür kayıp olan Mahmut olup olmadığını teşhis için gittiğini görmedi…
Ağlayarak ayılan kadın; kocasının bükülen boynunu, bir tarafına çöken omzunu, gözlerinden kaçırdığı bakışlarını görünce anladı… Dudaklarından tek bir kelime döküldü, sessizlikte yankılanıp gittikçe devleşen:
‘’Mahmut’um! Mahmut’um!’’
Sözün ve umudun bitimindeydiler, ötesi tevekküldü. Rabba çaresizce baş eğişti. Genç kadının nefessiz ağlamalarının nihayetinde, gerekli işlemleri sabah yapmak üzere, gecenin kör karanlığına doğru yuvarlana yuvarlana yol aldılar…