Bugun...



Vatansız(*)

Geri dönmek benim için artık çok zordu. Orada evim yok, toprağım yok, çevrem alt üst oldu! Oğlum buraya alışmış bağlanmıştı. Suriye’ye dönmek istemiyordu. Orada askerlik yapmak istemiyordu. Biz buralı olduk. Buraya alıştık. Türk geleneklerini öğrendik. Oğlum ve kızım artık Türkiye’de öğrenim görüyordu. Biz Türk vatandaşı olmuştuk. Biz “vatansız” değiliz. Bizim vatanımız bundan böyle Türkiye…

facebook-paylas
Güncelleme: 04-02-2023 20:47:22 Tarih: 04-02-2023 20:42

 Vatansız(*)

ÖYKÜ

Ali Çulhaoğlu

Suriye ordusu, Suriye hükümeti ve Suriye’deki iç isyancılar arasında gerginlik vardı.  15 Mart 2011 günü eşim Bewar (vatansız)  Halep’e gitmişti.  Onu merakla beklerken ondan gelen telefonun sesiyle irkildim:

“Varşin (Şen ülke)’de savaş çıktı.” Sesinden korktuğu belliydi. Susuz kalan insan gibi yutkunup duruyordu.

“Ne yaparız?" diye sordu.

“Akşam gelince evde konuşuruz,” dedim. Gök gürültüsü patlayan silah sesleri gibi her tarafı inletiyordu.  Şimşek çakar gibi gökyüzünden bombalar yağıyordu.

Kucağımda beş yaşındaki oğlum Şervan  (savaşçı) ile düşüne düşüne biraz da korku içinde eve gelebildim. Kara haber tez duyulmuşu. İnsanlar var gücüyle koşuşturmaya başlamışlardı.  Marketlere saldırıyorlardı. Bewar benden önce eve gelmişti. Kederden hop oturuyor, hop kalkıyordu. Sevgili eşim üzüntüden iyice zayıflamış, kurumuş bir ağaca dönmüştü. Kahramanlık türküsü mırıldanıyordu, dudaklarının arasından. Kabuğuna sığmıyor gibiydi.

 Kan ter kalmış başını bana doğru çevirdi. 

“Ne yapalım?” dedi. Bewar 1.60 cm boyunda olmasına rağmen bir an gözüme ufak tefek çalı gibi gözüktü. Hamileydim. Oğlum küçücük el kadardı... Kenarda köşede paramız yok.  Bewar çalışmayı sevmezdi. Yoksulluğumuz bu yüzdendi.

Kararlıydım. “Savaş çıkarsa çıksın,  hiçbir yere gitmiyoruz!” dedim. Gitmiyoruz, dedim ama içime bir sıkıntı bastı. Evin odalarında gezindikçe ruhum eziliyordu.

Gün geçtikçe;  Irak ve Şam İslam devleti, El Nusra, Türkmen, Dürzi,  Süryani ve Kürt guruplar savaşa dahil oldu.  Nisan 2011 de ortalık iyice karıştı. Rusya,  İran,  Amerika Birleşik Devletleri, Türkiye ve İsrail gibi ülkeler sınırlı da olsa savaşa dahil oldular. Buralarda kalmak iyice zorlaşmıştı.

Vasıtası olanlar göçmek üzere yola koyuldular. Küçük çocuğu olmayanlar da yola koyuldu. Parası olan da, olmayan da,  can havliyle Türkiye’ye doğru kışın amansız fırtınalarından göçen kuşlar gibi akın ediyorlardı.  Gittikçe savaş yakıcı yüzünü gösteriyordu. O ara kaos başladı. Bir sürü etnik gurup!  Kim kimin için savaşıyordu, ayırt etmek çok zordu.  Savaş başlayalı üç ay olmuştu. Bewar gibi garip sakallı biri çıkıp geldi. Evimizi ve tarlamızı alıcı olduğunu söyledi. Bu baskıcı tavırdı. Sonradan İsrailli olduğunu öğrendiğim kişiye evimizi,  tarlamızı mecbur kalıp sattık. Türkiye sınırındaki mayınlar savaş başlamadan temizlenmişti. Oturduğumuz yer Reyhanlı’ya 50 kilometre kadardı. Artık paramız vardı. Türkiye’ye gidiyorduk.  Bekle bizi Reyhanlı!    Halep- İdlib arası bir yerde oturuyorduk.  İdlib’e doğru yürüdük. Yılan gibi kıvrılan yol bitmek bilmiyordu. Zeytin ağaçlarının arasından yürüdükçe yürüdük. Oğlumun tombul ayakları yere basmakta ve yürümekte zorlanıyordu.  Bewar onu taşımaktan bitkin düşmüştü. Binbir eziyetli yolculuğun ardından nihayet sağ salim idlib’e vardık.

İdlib’e insani yardım getiren Türk Kızılay’ına ait kamyonlara denk geldik. Bizi aldılar. Reyhanlı’ya sağ salim ulaştırdılar. Çocukla yolları aşmak işkence gibiydi. Oğlumun bacak araları yürümekten palazlanmıştı.  Bir de hamile olmak...  Şanslı olsak da yolculuk korku içinde geçmişti.

  Reyhanlı’daki Göç İdaresinde çalışan memur kız,  bizi masasına buyur etti.  Geçici kayıt işlemleri yapıldı. Otuz gün süreli geçerliliği olan ön kayıt belgesi verildi. İlerleyen süre içinde;  geçici koruma kimlik belgemizin verileceği söylendi.

Her şey yoluna girdi dediğimiz bir günün saatinde taciz ateşi çemberinde kaldık. Sevgili eşim Bewar ‘a kurşun isabet etti.  Uçan toz bulutu gibi havalanıp ardından yere düştü. Eşim oracıkta can verdi.  Adı gibi  “vatansız” olarak bu dünyayı terk etti. Türk makamlarınca cenazesi kaldırıldı. Oğluma oracıkta sımsıkı sarıldım kaldım.

   Günler sonra tekrar Göç İdaresine uğramıştım. Kayıt işlemlerinden sorumlu memur kız, ‘’Abla, maşallah manken gibi olmuşsun’’ dedi. Bu sözünün üzerine beraber gülüştük. Özellikle boyum ve gözlerim dikkatini çekmişti. Birçok yerde aynı şeyleri duyduğum için alışkındım.  Savaşta güzel olmanın anlamı yok. Belime kadar uzayan saçlarıma bakamamıştım.

   Kızılay bize kurulu bir çadır gösterdi. Üşüyen bedenlerimizi sarmamız için battaniye temin etti.  Çadıra geçince oğlumla derin bir uyku çektik. Sabahleyin oğlumla çadır çevresini turladık.  O sırada oğlum,

“Anne, babam nerede?” dedi.

Baban öldü oğlum, diyemedim.  Birden çok talihsiz olay yaşayınca her ikimize yaşam zor geldi. Oğlumun bu durumlara alışması kolay olmayacak, diye kaygılıydım.  Burası toplama kampı gibi ne ararsan var. İçimden bir iş bulmak,  düzen kurmak geçti. Yol bilmeden, iz bulmadan nasıl olurdu? Düşünüyordum…  Yol gösterenler oldu. Anladım ki bu vaziyetteyken bir yere gitmek mümkün değildi.   Çadıra geri döndüm. Çünkü doğumum yakındı.  Hayallerimi ertelemek zorundaydım.

  En azından bir çadırımız vardı. Sıcak yemek dağıtımı zamanında yapılıyordu. Kızılay oğluma ve bana kılık kıyafet verdi. Burada rahattık. Geçici koruma kimlik belgelerimizi aldık. İlk işim hastaneye gitmek oldu. Hamilelik kontrolü yaptırdım. Her şey yolundaydı.  Kızım olacağını öğrendim. 

Oğlum Şervan’a, “Kız kardeşin geliyor Dılbirin (yaralı yürek) geliyor,” dedim.

 Benim için müthiş bir sevinçti. Gözümden üç damla gözyaşı geldi. Bunu oğluma belli etmemeye çalıştım.

  Bizden önce gelenlerle tanışıp konuştuk. Halep’ten gelenler de vardı. Savaş herkesin üstüne sinmişti. İnsanlar birbirlerine akıl danışıyorlardı:

“ Savaş neden çıktı?”

 “Türkiye’ye niye yönlendirildik?”

Aklımda yanıt bulamadığım sorular vardı: Konuştuğumuz insanlar da aynı soruları soruyorlardı. En büyük suçumuz bu topraklarda dünyaya gelmekti.  Türkiye savaşa neden girdi? Onu da bilmiyordum. Bildiğim tek gerçek şuydu ki Türk askeri muharebede aslanlar gibi savaşmıştı.

  Reyhanlı’da ev kiraladım. Evi boyadım. Tertemizledim. İhtiyacım olan birkaç eşya satın aldım. O gün güneş nazlı nazlı doğdu. Çünkü artık bir evim vardı. Oğlum avlusunda özgürce oyunlar oynuyordu. Evimizin sokağında lokanta vardı. Oğlumu alıp lokantaya gittik. Çorbaya attığım baharatın çokluğundan garson bizim Arap olduğumuzu anladı.  Canımızın çektiği yemeklerden doyasıya yedik. Karnımızı bir güzel doyurmuştuk.  Yemeğin üstüne tavşankanı çaylar içtik.

   Sancılarım artıyordu. Kızılay’a haber verdim.  Doğum ekibi evimize geldi. Kontrol ettiler.  Hastaneye götürdüler.  Kızım Dılbirin (yaralı yürek)  dünyaya geldi. Biraz dinlendikten sonra bebeğime kucağıma aldım. Yumuk yumuk elleri vardı. Işıl ışıl gözleri, hele o yanakları elma elmaydı.  Kucağıma gelince ağlaması kesildi. Sağ salim doğduğu için çok sevindim. Bir gün sonra evime geri getirdiler. Çok mutluyum. Sevincimden şaşkına dönmüşüm. 

  Komşularım doğum yaptığım için bana ziyarete geliyorlardı. Her gelen hediye getirdi.  Hele biri pembe patik getirdi. O kadar güzeldi ki, bakmaya kıyamadım.  Güzel günlere dair hayaller kuruyor, biraz daha büyüyünce onun ayaklarını süsleyecek bu güzel patikler, diyordum.   Geceleri giymem için pijama hediyelerim de gelmişti. Ülkemden ayrıldıktan sonra yeni yeni adetler öğreniyordum. İlk defa çocuk bezi ile tanıştım. Çamaşır makinam olmuştu.

 Kısa sürede komşularımla kaynaştık.  Biz onlara, onlar bize gidip geliyorduk. Bu şekilde yıllar geçip gidiyordu.

İyi anlaştığım komşumun biri Aydın ili Bozdoğan ilçesindendi.

  Onlar Bozdoğan’a dönme kararı aldı.

“Bizimle gelir misin?” dediler.

Neden olmasındı. Birkaç gün Aydın’da misafir kaldım. Burada evler ucuzdu. Tek katlı bahçeli bir ev aldım.  Evin bakımı yapıldı. Her şey yolundaydı. Bahçemizde kelebekler dans ediyor,  kuşlar şarkıyla eşlik ediyordu.

   Avlu duvarım yoktu.  Yeni evime iki komşu geldi.

‘’Avlu duvarı olmasa da bir şey olmaz, çevremiz güvenlidir,‘ ’dedi komşularımız.  Evim sil baştan yenilendi. Mutfak, banyo ve tuvalet tadilat yapıldı. Sıvası dökülen duvarlar yeniden sıvandı, ardından boyandı, bembeyaz,   harika oldu!

  Avluya köy ocağı yapıldı.  Pencerelere demirden korkuluk takıldı. Çarşı pazardaki fiyatlar alıp başını gidiyordu. Ben de evin bahçesine domates, biber,  patlıcan,  salatalık diktim. Çok da güzel oldu.  Bahçem şenlendi! Taze soğan, maydanozlarım boy verdi.  Bunlardan komşularıma bile vermeye başladım.  Dostluk ve komşuluk harikaydı.

   Geri dönmek benim için artık çok zordu.  Orada evim yok,  toprağım yok, çevrem alt üst oldu! Oğlum buraya alışmış bağlanmıştı. Suriye’ye dönmek istemiyordu.  Orada askerlik yapmak istemiyordu. Biz buralı olduk.  Buraya alıştık. Türk geleneklerini öğrendik.  Oğlum ve kızım artık Türkiye’de öğrenim görüyordu. Biz Türk vatandaşı olmuştuk.

 Biz “vatansız” değiliz. Bizim vatanımız bundan böyle Türkiye…   Ne mutlu Türk’üm diyene!

(*) Bodrum Belediyesi ve Kızılay’ın düzenlediği öykü yarışmasında; kitap olarak yayınlamaya değer bulunan 15 öykü arasında yer alan öykü.




Bu haber 1657 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÜLTÜR-SANAT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI