Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
Götürün evinize… Yapabileceğimiz bir şey yok!
Evimize giderken yürümek, sadece saatlerce yürümek istedim. Amacım vakit kazanmak mıydı, yürürken kendi kendimle dertleşmek miydi orası muamma… Yoksa bir zamanlar kahkahalarımızla çınlattığımız evimizde senin yokluğuna nasıl alışacağımın tedirginliğiyle mi geri geri gitti adımlarım? Yürüdüm yürüdüm, saatlerce yürüdüm. Gözümde yaş, ağzımda tükürük kalmayıncaya kadar. Acının ve talihin en ağır yumruğunu yediğimden beri ruhumu meltemlere değil, fırtınalara teslim etmiştim annem. Bir çocuk kadar güvensiz, yalnız ve endişeli.
Her şeyi geri sarıp düzeltebilmek için canımı bile verirdim. Ah!
Keşke… Keşke.
Keşke alışkanlıkla zile bastığımda her zamanki gibi kapıyı sen açabilseydin annem… Ama sen, içindeki fay kırıklıklarını ünlenmemiş sedalarınla harmanlayıp, yılgın bir şekilde yaşamaktan dem vurmayı çoktan terk etmiştin. Ağzın epeydir mühürlüydü. Hep uzun otururdun yine her zamanki yatağında. Çivisi oynak, kapısı aralık bu handa; kaybolmuş ömrüne yanmayı bırakmıştın artık. En temiz duygularının kırılgan zincirleri ise çoktan gevşemişti yumuşacık ellerinde. Ateşle buz arasında kalmış gibi bir dağlanıp bir üşüyordun. Kendiliğinden gerilen bedenin aniden gevşeyiveriyor, akabinde uykunun ılımlı sükûnetinde kayboluyordun. Geriye köpükten bir yelpaze bırakırcasına akan suyun saydamlığında gezdiriyordun yosun rengi menevişli gözlerini, sonra da öylece bakıyordun bize annem.
Sahiden tanıyor muydun beni anne? Çok sevdiğin kızın Merih’i. Hani ilk göz ağrım, ilk mürüvvetim diye bağına basıp toz kondurmadığın.
Toz deyince; şarkılarla dertleşe dertleşe mobilyaların üzerine sinen o minik tanecikleri sildiğini hatırladım birden…
Gün ışığı değmiş gibi parlardı, sihirli parmaklarınla dokunduğun her yer. Bembeyaz, kanaviçe işlemeli divan örtülerini silkeler de silkelerdin. “Kırlentleri yerinden oynatmayın, perdenin pandülünü hızlıca çekmeyin sakın!’’ derdin bıkıp usanmadan. Titizdin annem, biz ise çocuktuk. Sadece birkaç söz dinlemeyen küçük çocuk. Görünmez bir mürekkeple yazılmış yazı gibiydi, yumuşak tabiatınla yaptığın katmerli emeklerin.
Tek derdin biraz anlayış, birkaç tatlı dildi duymak istediğin. Burukluklarını, öfkelerini, üzerine tuz basılmış gizli yaralarını bize hissettirmezdin güya. Ama çocuk aklımızla bakışlarında derin suların karanlık ifadesini, yüreğindeki volkanın patlamak üzere olduğunun işaretlerini seziyorduk annem.
“Annem! Bak, ben geldim. Hani sen çok severdin bu madlenleri. Yanında buz gibi şişe gazoz da getirdim. Aç gözünü, çöz dilini Emine Sultan. Senin türkünü koydum pikaba. Çalıyor dinle, bak! Hadi beraber söyleyelim bu sefer ne olur.’’
Yeşil ördek gibi, daldım göllere
Sen düşürdün beni dilden dillere
Başım alıp gidem gurbet ellere
Ne sen beni unut ne de ben seni
Seni unutmak mümkün mü hiç annem! İlk önce hediyeni alırdım gittiğim yerlerden. Hep çok istediğin şey olurdu nedense. ‘‘Nasıl bildin Merih’im buna ihtiyacım olduğunu’’ derdin ya, evdeki küçük kuşların haberini uçuruverirdi bir şekilde. Seni mesut görmekti çocuklarının tek amacı… İnişli yokuşlu, uğultulu vadiden gelen amansız kasırgalardan yorulmuştu bedenin. Frenlemeye çalıştığın yabansı huzursuzluğun gün yüzüne çıkınca, öfkenin bulaşıcılığıyla hiç istemediğin bambaşka iklimlere sürükleniyorduk ailecek. Bu durumlarda yaşadıklarımız/yaşamadıklarımızın yüreğimizde bıraktığı tortuyla kimsesizlik girdabında buluyorduk kendimizi annem.
Sen de anladın en sonunda hayatla pazarlık yapılamayacağını, törpüledin sivri çıkışlarını. Zemheri yemiş güz gülleri gibi kavruk ruh hâline bürünüp, türkülerin kâh dinginliğine vuruldun kâh yanıklığına…
Yanık derdin fazla kızarmış ete. Ala pişmeli; kanı, canı yerinde olmalıydı sana göre. Kurban Bayramı’nın ikinci günü terasta kurulu kuzinenin üstünde cızır cızır kızartırdık etleri.
Her sene tekrarlanır, aile olmanın tadına varılırdı. Hele o ayakta, diri diri, kapış kapış yediğimiz yumuşacık külbastılar yok mu? O lezzeti hiç unutamadım Emine Sultan. Babamı kaybedince büyü bozulmuştu annem. Her sene çoğaldı mazeretler. Aile efradından palazlananlar uzak iklimlerde çiçeklenip, meyveye durdu. Bayram günleri kaymaklı tatil kaçamaklarına kapı araladı. Senin anlayacağın öncelikler, tercihler değişti sultanım. Bir de senin hastalığın eklenince bunlara, tadı kalmadı eskiden bizi mest eden hiçbir şeyin...
“Şey deyip durma kızım, bunun bir adı yok mu? Diline virt etmişsin ne o şey şey.’’ derdin ortanca kızın Zühre’ye.
“Aman anne, tek kusurum bu olsun. Boş ver, takma kafana tokadan başka.’’
“Başka teneke yok mu Merih’im? Elimde kaldı kızım, canım köklü çiçek fideleri.’’ Hicabından boynu bükülmüş küpeliler, kıvrım kıvrım yapraklarına tatlı rayiha hapsetmiş karanfiller, renk renk tomurcuklanmış menekşeler olurdu elinde. Camgüzeli, kına çiçeği, Arap yasemini, çuhası, kadifesi…
Kadife gibiydi teni değil mi annem, ilk bebeğim doğduğunda. Nasıl da acemiydim, nasıl da çocuk. Bebeğin bakımıyla ilgili sorduğum her soruya, “çocuğun çocuğu olmuş’’ diye dalga geçip gülüşürdü arkadaşlar. Ama sen el koydun, kanat gerdin.
Bebeğimle beni yeniden büyüttün Emine Sultan.
“Soyma kızım çocuğu birden, sen sıcaktan bunaldın diye o da mı bunaldı bakalım. Aheste aheste çıkaracaksın üstünü. Önce yeleğini, sonra zıbınını. Açma…’’
Açma kol böreği yapardın ramazan gecelerinde, yüzünde rüyalarının izi henüz silinmemişken. Kızlarını uyandırmaya kıyamazdın, uğraşır da uğraşırdın. Odun ateşiyle inatlaşa inatlaşa çaresizlikten nar gibi kızarmış, kokusuyla ziyafete davetiye çıkaran iki tepsi kol böreğin hazır olurdu sahura. Kızgın kuzine üzerinde hiddetlenerek kaynayıp duran çaydanlık her dem emrimize amadeydi sayende annem.
Anne olmak çok zormuş anneciğim, hayvana akılsız derler bir de. Kedi, köpek nasıl taşır ağzında enciğini…
“Enik menik getirmeyin bir daha eve sakın ha! Sadece sevmekle olur mu? Hizmetini göreceksin, ağzı var dili yok hayvancıkların’’ derdin sultanım. Hatta bir kuytuya sığınmış; açlıktan, bakımsızlıktan titreyip duran kedi enciğini eve getirip
biberonla besleyip büyütmüştün. Nasıl sokulurdu mırıl mırıl eteğine. Bize her zaman derdin, sakın hayvan deyip geçmeyin…
“Geçme evladım bu tarafa, yerler ıslak. Düşersiniz alimallah, iş çıkarmayın başımıza sabah sabah’’ derdin torunlarına da dinleyen kim? Onlar da, bir zamanlar senin bizim gibi çocuktu annem. Tek dertleri yemek içmek ve oynamaktı. Onlara her şey oyun geliyordu, bilhassa yazın köyde…
Kiraz ağacının, yanakları henüz kızarmaya durmuş lezzet habbelerinden en nazeninini koparmak. Koparmaya kıyamadığımız salatalıkların en körpesini seçmek. Seçerek topladığı vişnelerin ikisini sepete, beşini çekirdeğiyle midesine indirmek. İndirdiğimiz yükleri eşeğin sırtına tekrar yükleyip tarlanın etrafında koşuşturmak. Koştura koştura gidip kayadaki yeşil yosunlarla ellerini kınalamak. Kınalı tavukları kovalamak, kovaladığı hindileri “kabaramazsın kel Fatma’’ diyerek sinirlendirmek, sinirlendikleri zaman ördek sürüsünü perem perem dağıtmak…
“Dağıttın Zühre’m kendini iyice. Aklını başına devşir, tevekkül et Allah’a. Bir tek sen misin eşini kaybeden? Evlatlarının boynunu bükük, yuvanı tarumar bırakma. Geçecek kızım, bu günler de. Gerçi delip de geçiyor o belli. O besbelli kızım, delip de geçiyor…’’
Geçmedi senin hastalığın, gelip de geçmedi annem. Sahi tanıyor musun bizi Emine Sultan? Kızlarını, en sevdiğin torunlarını. Bak biz geldik! Bitimsiz uykularına biraz mola ver. Kirpiklerinde donan yaşları sil. Dokununca soluverecekmiş gibi duran kızıl gül goncası dudaklarını arala. Dişlerinin gerisinde biriktirdiğin ağulu nefesini azat et. Yine öfkelen, hepimize kız. Kusurlarımızı yüzümüze çarp sultanım. Çarp ki bunca yıllık bedava hamallığına katlandığın, katran karası tortularla yüreğine çöreklenen zehri söküp atasın…
Atmalara kıyamadığın salatalık kabuklarıyla tazelediğin yüzüne öyle yakışırdı ki tebessüm. Gözlerinin içi parlar, kaz ayakların diken diken yol alır, bize de sirayet ederdi annem.
Sen gülmeyi unutunca gülmez, konuşamayınca biz de konuşmaz olduk sultanım… Dilinden düşürmediğin duanı tanıdığın, tanımadığından esirgemeyen annem aç yumuk gözlerini, yap duanı şimdi. “Evlatlarım” de, mecalsiz kollarınla sar sarmala bizi. Bak biz geldik, Emine Sultan! Kızların, evlatlarından ayırmadığın damadın, ağlamalarına dayanamadığın torunların. Sen seversin madleni, sade şişe gazozu. Aç ağzını annem, dur ben yedireyim sultanım. Hatta en sevdiğin türküyü koydum pikaba, bak çalıyor. Hadi hep birlikte söyleyelim, sen de söyle ne olur…
Sevdiğim cemalim güneşim mahım
Seni seven âşık çeker ezvahın
Getir el basayım Kelamullah’ın
Ne sen beni unut, ne ben de seni…
Seni unutabilir miyiz annem. Sen unutulacak kadın mısın Emine Sultan?
Sultanım ne oldu, niye öyle baktın bize? Tanıdın mı bizi yoksa? Bir şey mi istedin, su mu? Dur kalkmaya yeltenme. Kuş misali çırpınıp dövme havayı dermansız kollarınla. Dudakların mı kıpırdadı ne? Yine duaya mı durdun, tanıdık tanımadık… Hangimizi tanıyamadın? Şu uzun boylu, sarışın kızı mı çıkaramadın? Ha, o kim biliyor musun? Hani doğduğunda teni kadife yumuşaklığında olan ilk torunun, Mete var ya onun sözlüsü Sevtap. Uzat pamuk elini anneannesi, elini öpmeye geldi gelinin.
“Uzat elini anne.’’
“Anne, elini uzat.’’
“Sultanım, elini uzat.’’
“Anne!’’
“Annem!’’
“Anneciğim!’’