Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
İki katlı taş binanın bahçe katında; ruh ve bedenlerini ılımlı bir sükûnete teslim etmiş hastalardan bazıları, klimaların iyice serinlettiği servisin geniş koltuklarına sere serpe oturmuş televizyon seyrediyordu. Bir köşede, biri genç diğeri orta yaşlı iki kadın birbirlerinin başlattığı türküden türküye geçiyor, çektikleri halayı İstiklal Marşı ile nihayete erdiriyordu. Yaşı büyük, aklı kıt kadınların içinde; kavgaya meyilli, sürekli ağlayan, düşünce dünyasına hapsolmuş, kendi söylediğine gülen, yaşamla bağını koparmış, uyumsuz davranışlarıyla düzeni bozan niceleri vardı.
Herkesin duyabileceği ses tonuyla yapılan anons ani bir hareketliliğe ve coşkuya neden oldu serviste:
“İsmini söylediğim hanımlar hemşire bankosuna gelsinler lütfen! Haydi! Tedavi zamanı! Sonra da bahçeye çıkacaksınız.”
Adını duyan büyük bir telaş içinde öne geçmeye çalışıyor, nizamı sağlayan çavuşların ikazlarına riayet etmeyenler usulca uyarılıyordu. Kontrollü olarak ilaçlarını içen hastalar bahçeye çıkmanın sevincini yaşıyordu. Zira tüm pencere ve kapıları demir kafeslerle kavileştirmiş servisten özgürlüğe açılan tek mekândı bahçe onlar için. Gözlerden nihan bu bahçenin de etrafı adam boyu telle çevriliydi. Güneşin kaynar sıcaklığını denizden esen yel bir nebze de olsa hafifletiyor, gökyüzüne uzanan çamların dalları arasında ıslık çalarak dolaşıyordu. Bahçeyi turlayanlar, ağaçların koyu gölgelerinde sohbete koyulanlar, çimenlere oturup kafası önünde düşünceye dalanlar, bir köşede ağlayanlar, karşısında biri var gibi sürekli konuşanlar… Her tıynetten, farklı farklı davranış sergileyen kadıncıklarımız…
Oturduğu koltukta adının söylenmesini bekleyen Elif Kadın huzursuzca kımıldadı, uyuşan bacaklarını altına almak istedi beceremedi. Televizyondan taşıp gelen darbuka sesini; kınasında söylenen manilere eşlik eden tınılara benzetti. Kınalı ellerini yumruk yaptı gayriihtiyari. On üçünde, kırklık kocaya nikâhlandığı gün at üzerinde yeni evine giderken, içini çeke çeke ağladığını anımsadı birden… Yüzünü buruşturdu istem dışı…
Nahoş, ekşi, kekremsi bir koku geldi burnuna. Tezek kokulu köy evini hatırladı, yaygara kopartan davarların sesini işitti… Damlarını yeni temizlemişti, önlerine alaflarını koymuştu oysa…
Aile büyüklerini dönüşü olmayan yere uğurlarken bahtsızlığına ağladığını düşürdü yâdına…
“Ayağıma tez olmalıyım.” diye hayıflandı… “Daha çamaşır yuğmaya gideceğim dereye…”
“Hamur da mayaya gelmedi, yetişmeyecek öğlen sofrasına.”
“Harman yerine kim götürecek heybedeki bir bakraç aşı, çıkındaki pideyi?”
Kaynatasının inleyen sesini duydu, hafiften kulak kabarttı ünlerse duymam diye…
Sızlayan kemiklerinin çıkarttığı çıtırtıları hissetti soğumuş yüreğinde…
“Analık işte!” diyen kapı bir komşusunun homurdanması çalındı kulağına, zülüflerini inatla yemenisinin içine sokarken…
Yediği sumsuğun acısıyla köz gibi dağlanan kimsesiz yüreğinin acısını hissetti birden…
“Kısır, netameli gelin, kuruttun odumuzu/ocağımızı, boynunu büktün yiğidimin.” diye çığıran sesini duyumsadı kaynanasının…
Boğazın derin maviliklerini döverek geçen demir yığınının tiz sesini duyduğunda anımsadı, tek erkek kardeşini bir daha dönmemek üzere askere uğurladıkları günü… Elindeki mendili salladı uzun uzun kaybolan kara trenin ardından…
Baba evinin kavgasız ortamına aşinaydı ama… Köpek gibi tekme yediği anlar canlandı gözünde. Bir türkünün sesi gibiydi anasının sözleri, kulaklarında yankılandı sessizce…
İçi tıkış tıkış çeyiz eşyası ile dolu sandığını açtığında; çatlak dudaklarından yanık bir türkü yükseldi…
“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun?
Gördün güzelleri beni unuttun.”
Sandıkla özdeşleştirdi kendisini. Kilitli, içi dolu, üstü yığılı, yorgun ve bitkin…
Nadasa bırakılan tarlalar gibi çorak verimsiz hissetti kendini…
Çürük, paslı teneke tadında anılar hücum etti feri kaçmış, gözpınarları kurumuş gözlerine…
Şarkılardan bir fal tutarken bir şarkı düştü zihninin adım atılmayan büklümlerine;
“Bütün kuşlar vefasız,
Mevsim artık, sonbahar.”
Gözlerini sıkı sıkıya yumdu. Kuyunun nemli, soğuk duvarları üzerine geliyordu heyula gibi… Sessiz çığlıkları yankılandı, kimsenin duyamadığı… Üzerine düşen gölgenin yüzü, tüm renklerin kör olduğu kuytularda, sersefil düşler gördürdü minik yüreğe… Giydiği şalvarı suyun içinde balon gibi ürülmüş, hayatla bağlarını koparmaya hazırlanan yüreği diri tutmuştu. Kulağından gelen birkaç damla kan, yaşamı boyunca filtre edecekti güzel, çirkin tüm sedaları…
Başını eğdi hızlıca, ansızın kafasına inecek upuzun sopadan çekinerek… Solgun nefesini kattı korkusuna, hıfz edememişti cami hocasının verdiği duayı… Çalının dibindeki sarı benizli günebakan gibi beti benzi attı. Gözlerine far tutulmuş yavru tavşan misali kalakaldı çarnaçar…
Hüzün pişirdi kızgın, kırgın, darbeli yüreğinde… Hasretin ayaza çalan rengi kuşattı etrafını…
Abasıyla öküz gütmeye gittiklerinde; ellerini cevizle kınalayıp telli / duvaklı gelin olmayı düşleyerek çağırdığı türküyü anımsadı:
“Yüksek, yüksek tepelere ev yapmasınlar
Aşrı, aşrı memlekete kız vermesinler.”
Birden kahkaha attı, hızla geçti haşhaş tarlasındaki nazenin gelincikleri çiğneyerek… Kara trenin yolcuları tarafından kendilerine atılan konserve kutularını almak için abasıyla yarışa girdi. Barbunya taneleri ağzındaymış gibi çiğnedi olmayan dişleriyle… Kana kana su içti üzerine buz gibi pınarın gözünden…
Başak tarlalarına doğru seğirtti özgürce; havalandırdı tüm kuşları, rüzgâr homurdandı…
Bir türkü mırıldandı usulcacık:
“Elif dedim, kız dedim / Kız ben sana ne dedim
Kuşkanadı kalem olsa / Yazılmaz senin derdin.”
Gözlerini kapattı, murakabe halinde iyice sessizliğe gömüldü.
***
“Elif Hanım, hemşire senin adını ikinci kez okudu duymadın mı? Haydi, tedaviye!” diyen çavuşun sesini duyunca gözlerini açtı, nerede olduğunu hatırlamaya çalıştı. Heykel taşlığı sinmiş bedenini yavaşça kımıldattı. Durgun ve derin görünen yeşil gözlerini devirerek etrafını tecessüsle süzdü. Paslı menteşe gıcırtısına benzer bir sesle:
“Neredeyim ben?”
“Hastane burası, derdinize şifa bulunan yer Elif Hanım. Kemiklerinin yaz güneşine ihtiyacı var. İlacını içince bahçeye çıkaracağım seni.”
Hiç sesini çıkarmadan yavaş hareketlerle oturduğu koltuktan kalktı. Şıpıdık terliklerini sürüyerek hemşire bankosuna gidip ilacını içti. Çavuşun nezaretinde sınırlı da olsa özgürlüğe doğru yollandı.