“Dünyayı güzellik kurtaracak”
Fyodor Dostoyevski
“Bir kentin mutluluğu, her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?”
Bu yazımı, Koronavirüs’ün yaz sonrası en üst çıkış seyrine vardığı ekim ayının son haftasına girerken kaleme alıyorum. Koronavirüs dalgası ve altı aydır yer küremizin bu virüsle verdiği mücadele bize mütemadiyen mesajlar verdi.
Şairin dediği gibi, “Yaşadıklarımdan öğrendiğim şeyler var.”
Salgın virüsle tıp dünyasının başa çıkma çabası sürerken virüsün de –matematik terimiyle- çok bilinmeyenli bir denklem olma özelliği günden güne açığa çıkıyor.
Okuyucularım, virüsle ilgili güncel bilgi vereceğim beklentisine girmeyeceklerine eminim. Sadece geçmiş (mitolojik, tarihsel) şimdi (toplumsal duygu durum) ve gelecek (ütopik, kurgusal) bir dünyaya dair kurmaca ve sosyolojik olguların fotoğrafını çekmeye çalışıyorum. O kadar.
Toplumun incinmişliğine, tedirginliğine, kaygı durumuna, belirsizliğine ayna tutup tarihi kötülüklerden iyilikler nasıl çıkarabiliriz? (in) avcılığını yapmayı dert ediniyorum… Kurmaca türleriyle haşır neşir olan, bilim ya da politika gibi ciddi hatlara girmeyi sevmeyen, ayrıca herkesin bildiğini tekrarlamaktan haz etmeyen bir kalemim.
Daha ne kadar yazarım, bilmiyorum. Belki asırlar boyu…
Derin izler bırakan coşkun seller sonrası, selin söküp götürdükleri kadar coşup getirdikleri de tanık olunsun istiyorum.
Tarihe tanık olmak!
Günah keçisi yaptığı koronavirüs mağdurlarını dert edindim, bu yazımda. Sırf yazmak için değil…
Eski Ahit’te bahsedilen “Kefaret Günü” ayinlerinde Yahudiler, simgesel olarak günahlarını bir hayvana yüklerlerdi. Bu hayvan keçi olurdu.
Kura ile seçilen iki keçiden biri Tanrıya, diğeri Azazel’e (şeytana) sunulurdu.
Rivayete göre keçilerden biri kesiliyor, diğeri ise çöle bırakılıyor ya da bir tepeden aşağı atılıyordu.
Bu inanışın Antik Yunan Medeniyetlerinde de karşılık bulduğu görülebilir. Tek farkı, Antik Yunan Medeniyetinde günahları yüklenenlerin insan olmaları…
Antik Yunan, yaşanan afet ya da salgın hastalık belalarından kurtulmak için günah keçisi seçtiği kişiyi bir tür ayinle cezalandırıldığı söylenir:
Tanrı Zeus’un oğlu Apollon için düzenlenen Thargelia adı verilen festivalde kurayla bir kadın ve bir erkek seçiliyor. Seçilen kadın ve erkek, toplanan halk tarafından dövülüp şehrin dışına kadar sürüklenip taşlanıyordu.
Biz de virüsün yaydığı tehdit karşısında insani birliği, diriliği ve beraberliğini görmek isterdik. Ancak koronavirüs elimizde bir yakan top gibi… Sorunu hep ötekine atarak arınma ritüelini yerine getirmeye çalışıp duruyoruz. Deyim konumuz gibi, günah keçisi arıyoruz.
Koronavirüsün yerküremizdeki ilk günah keçileri; Çinliler, yarasalar, balıklar, 65 yaş üstü insanlar, koronovirüslü hastaları iyileştirmeye çalışan sağlık çalışanları, imkânsızlıklara rağmen uzaktan eğitim vermeye çalışan ve bir türlü eğitim sistemine yaranamayan öğretmenler oldu.
Her gün yüzüne gülümseyerek, günaydın dediğimiz korona virüsten karantinaya alınan komşularımızdan korkar olduk. Günah keçilerimizsiniz, mahalle komşularımız oldu.
Çünkü mahallemizde koronavirüsü onlar yaydılar!
Virüsün kasıp kavurduğu dünyada hasatları kaldırmaya çalışan Giresun’daki, Ordu’daki Urfalı, Adıyamanlı göçmen fındık işçilerimiz; günah keçilerimiz oldular…
Bölgemizde koronavirüs onların yüzünüzden yayıldı!
Çukurova’da sırtında bebeği, kolunda çoluğu çocuğuyla pamuğu, tütünü yeşertmeye çalışan tarım işçileri; günah keçilerimiz oldular…
Akdeniz’de koronavirüs; siz, suya sabuna dokunmadığınız için yayıldı, diyorlar.
Çay için memleketlerini terk etmiş mevsimlik tarım işçilerimiz, günah keçilerimiz; Rize’ye, doğu Karadeniz’e koronavirüsü siz yaydınız!
Akşam evlerine ekmek götürmek için kendini virüsün kollarına atan çalışanlar, yoksullar, işsizler, sokak satıcıları, mülteciler; günah keçilerimiz…
Şehrimize virüsü sizler yaydınız!
Youtube’dan Tacoma Köprüsü’nün 70 km hızla esen rüzgârda rezonansla yıkılışını seyretmişsinizdir.
Aynı toplumsal köprüde yürümemize rağmen günah keçisine çevirdiğimiz insanların kulaklarına iletilen basit tınılar dediğimiz bu tınlaşımlar önlenemediğinde Tacoma Köprü’sünün imhası kadar toplumsal köprülerimiz de zarar görebilir.
Tarih boyunca insan toplulukları bütünlüklerini, günah keçisine çevirdikleri ötekiler yaratarak sağlamıştır.
Ursula K. Le Guin’in, “Omelas’ı Terk Edip Gidenler” adlı bir öyküsü var.
Öykü, F. Dostoyevski’nin “Karamazov Kardeşler” inden esinlenmiş ve
“Bir kentin mutluluğu, her gün küçük bir çocuğa işkence yapılmasına bağlı olsaydı, kent halkı ne yapardı?” sorusundan yola çıkarak yazılmış.
Omelas, renkli sokakları, eğlenceli müzikleri, danslı, coşkulu insanlarıyla mutlu bir şehirdir. Ne kral, ne kılıç, ne köle… Masal kenti…
Ancak Omelas’un kentinin binalarının birinin örümcek ağlı, kapısı kilitli, penceresinden tozlu ışık süzülen mahzeninde bir çocuk yaşar. Belki engelli doğmuş, zekâ sorunlu belki. Belki korkudan, kötü beslenmeden, ilgisizlikten dolayı aptallaşmış gibi…
Kapı hep kilitli. Zaman zaman kapı gıcırdayarak açılıyor. İçeri birileri giriyor. İçlerinden biri çocuğu tekmesiyle ittirerek kaldırıyor. Diğerleri tiksintiyle izliyorlar onu. Yiyecek kabı ve su çanağı çabucak dolduruluyor, kapı kilitleniyor, gözler kayboluyor. Gün ışığını ve annesinin sesini anımsayan çocuk çok az konuşuyor:
‘İyi olacağım. Lütfen bırakın beni.’
Artık inliyor;
‘ah-haa, ehhaa’ git gide azalıyor sesi.
“Hepsi, Omelas’ın tüm insanları, onun orada olduğunu biliyor. Bazıları görmeye geliyor, diğerleri orada olmakla yetiniyor. Orada olması gerektiğini biliyor hepsi. Bazıları nedenini anlıyor, bazıları anlamıyor; ama hepsi farkındalar ki mutlulukları, kentlerinin güzellikleri, dostluklarının sıcaklığı, çocuklarının sağlığı, âlimlerinin bilgeliği, zanaatkârlarının ustalığı, hatta hasatlarının bolluğu ve göklerinin berraklığı tümüyle bu çocuğun dayanılmaz sefaletine bağlı.”
Koronavirüs(ün)den evvel küresel köyümüzün korkunç bir salgın virüsü vardı; Var… Var olmaya devam edecek:
“Nefret”