Tweet |
YÜKSEL IŞIK / YAZAR
Cumhuriyet, 101. yaşını kutluyor; kutlu olsun. Yüz yıl önce başarıyla sonuçlanan öykünün gerçek sahibi halk; o halkın önderi de Mustafa Kemal’dir. “Hafiza-i beşer nisyan ile malul” olabilir ama kurtuluş ve kuruluş öncesinde küresel güçlerin yürüttüğü lobileri unutmuş değiliz. Kimlerin “keşke Yunan kazansaydı” diye iç geçirdiklerini, kimlerin işgalci emperyalistlerle işbirliği yaptıklarını da...
Nâzım’ın Kuvayi Milliye şiirinde dizeleştirdiği gibi:
“...Ve böylece, bin dereden su getirdi
İstanbul’dan gelen zevat.
Sivas, mandayı kabul etmedi fakat,
‘Hey gidi deli gönlüm’ dedi
Akıllı, umutlu, sabırlı deli gönlüm,
ya İSTİKLAL, ya ölüm!”
Bu bir mücadeledir; haklıyla haksızın, iyiyle kötünün, vicdanlıyla vicdansızın, yurtseverle işbirlikçinin, bağımsızlık sevdalısıyla işgalcinin mücadelesi. Bu mücadele, Atatürk gibi kararlı bir önderin ve gözünü kırpmadan savaşanların sayesinde mutlu sona ulaştı.
BİR DEVRİN ÖYKÜSÜ
Her son, yeni bir başlangıçtır. Çünkü tarih devingendir, yerinde sayanları geride bırakır. Bir “kutupyıldızı” olabilmek, özgürlükçü ve güvenli bir geleceğin inşa etmekle olanaklıdır. Bunun da yolu, “mazi ile ati” arasındaki “volan kayışı”nı sağlamlaştırmaktan geçer. Yani hem Cumhuriyetin taşıyıcı kolonlarını titizlikle korumak hem de bu geleneği demokrasiyle taçlandırmak için mücadele şarttır.
Tecrübeyle sabittir ki tarih, kimseyi görevlendirmez. Tarihten görev istenir; göreve talip olunur.
Nedir bu sözün anlamı?
Anadolu kan ağlarken, miadını doldurmuş bir gemiyle Samsun’a çıkıp, ardından ulaştığı Amasya’da, “Milletin bağımsızlığını, milletin iradesi kurtaracaktır” diyebilme kararlılığıdır, tarihten görev istemek.
İçinden geçtiğimiz günler, tarihe tanıklık etmiş anların yıldönümlerine denk geliyor. Mustafa Kemal’in Meclis’e girmesini önlemek için herkesin doğduğu memlekette aday olma şartını öne sürdüklerinde Ankaralıların harekete geçip Atatürk’ü hemşeri ilan ettikleri 5 Ekim; Kurtuluş savaşçılarını bir bayram havasında karşılayan, üstlendiği ev sahipliğiyle canıyla, malıyla fiili bir başkent işlevi gören Ankara’nın başkent ilan edildiği 13 Ekim ve nihayetinde “Efendiler, yarın Cumhuriyeti ilan edeceğiz” diye muştulanan 29 Ekim, bu günlerin en güzelleridir.
Ve bu yazıya konu olan Nutuk’un okunduğu gün ise 15 Ekim’dir. Bu sene, 97. yıldönümünü kutluyoruz; kutlu olsun. Kutlamak, anlamayı gerektirir. 1927’nin 15 Ekim günü okumaya başladığı ve tamı tamına 36 saat 33 dakikada bitirdiği Nutuk için Atatürk, “mazi olmuş bir devrin hikâyesi” der. Her sözcüğü özenle seçilmiş, her tarihi anı belgelerle kanıtlanmış kurtuluş ve kuruluşun yaşam öyküsüdür Nutuk.
CESARETİN GÖSTERGESİ
Yaptığı tahliller, gerçekleştirdiği analizler ile “mazi ile ati” arasındaki bu güçlü bağ ile insanlığın karşısına çıkan Mustafa Kemal’in amacı hem geleceğe ışık tutmak hem de demokrasiyi içselleştirmiş bir lider olarak, yurttaşların karşısına geçip, hesap verebilmektir.
Nutuk, bir yanıyla Osmanlı’nın küllerinden doğan “yepyeni bir filiz” konumundaki Türkiye Cumhuriyeti’nin “ulu bir çınar”a dönüşmesinin öyküsü ise diğer yanıyla öyküyü yazan “kurucu kadroların” hesap verebilirliğinin de belgesidir.
Nutuk da gösteriyor ki eşine az rastlanan bir liderdir Atatürk; sahici, içten ve açıktır. Bütün engellemelere rağmen onun rehberliğiyle ilk yüzyılımızı tamamladık ve ikinci yüzyılımızı da adımladık.
Şimdi yeni bir dönemin başlangıcındayız. Tıpkı Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Ta Doğudaki balık,/ Duyar kokusunu/ Batıdaki yoncanın” şiirinde dile getirdiği duyarlılık ile adım attığımız ikinci yüzyılı yaşanabilir, özgürlükçü ve güvenli bir geleceğe dönüştürebiliriz. Bu dönüşüm için ön koşul, atılan her adımda, gerçekleştirilen her projede, şeffaf ve hesap verebilir ilkeler ışığında geleceği inşa edebilecek demokratik, parlamenter bir yönetim modelidir.
Bu modelin inşası için gereksinimimiz olan şey ise Nutuk’ta öykülendirilen tarihi tecrübeyi kendisine kutupyıldızı olarak alabilecek; o kutupyıldızının yol göstericiliğiyle toplumun karşısına çıkıp, kaldıraç işlevi görebilecek kadrolardır. 97 yıl önce okunup tarihe not düşülen Nutuk’tan çıkartılması gereken en büyük ders budur. Bu ders, Türkiye’nin “muhtaç olduğu kudret”in nerede bulunabileceğinin de işaretidir.