Tweet |
Fatma TÜRKDOĞAN / Öykü
Çıtır çıtır yanan odunların sesi ninni gibi geliyordu kulağına. Paltonun yakalarını kaldırmış, nefesinin sıcaklığıyla ellerini ısıtıyordun. Her tarafın soğuktan donmuş gibiydi. Oturduğun sandalyeden arada bir kalkıyor, odanın içinde dolanıp tekrar masanın başına geçiyordun. Klasörün içinden çıkarttığın dosyaları birer birer okuyup arada bir gülümsüyordun. Yetki ve sorumluluk alanında bulunan Fak-Fuk Fonunun yılsonu faaliyet raporu ve alınan iyi sonuçlar hedefine ulaştığının nişanesi gibiydi. Arkana yaslanıp gözlerini kapattın. Yüzünde mutlu bir ifade belirdi. Uzun bir süre böylece hareketsiz kaldın…
Uyuşan bacaklarını dinlendirmek için ayağa kalkıp odanın içinde tekrar dolaşmaya başladın. Teneke sobanın içine birkaç odun daha attın. Alazlar odunları hemen yutuyor, pek de büyük olmayan odayı ısıtamıyordu. Dışarıda nefes kesen bir ayaz vardı. Rüzgâr uğulduyor sağlam olmayan pencere kenarlarından içeriye buz gibi hava ve kar üfürüyordu. Mütevazı döşenmiş odanda belirgin bir sadelik hemen göze çarpıyordu. Bir masa, üç-dört tahta iskemle vardı. Duvarlarda ise; Atatürk portresi, Türk bayrağı ve Türkiye haritası asılıydı.
Pencereye yaklaşıp dışarıdaki doyumsuz manzarayı seyretmeye koyuldun. Evlerin, damların üstleri karla kaplıydı. Saçaklardan uzun buz kütleleri sarkıyordu. Karlar bütün kusurları örten beyaz, kaba bir yorgana benziyordu. Sobaya odun atmak için içeri giren hademeden, soğumuş çayını tazelemesini rica ettin. Üşüyen ellerini çocukken yaptığın gibi birbirine sürterek ısıtmayı denedin ama nafile bir çabaydı…
Diğer raporları okumak için masanın başına tekrar geçtin. Aradan epey zaman geçmişti ki telefonun aralıksız çalmasıyla kafanı kaldırıp ahizeyi eline aldın. İlçe Jandarma Komutanlığından aranıyordun. Merkeze oldukça uzak Arılı Köyü'nden hareketle; zor bir doğum için ilçeye ulaşmaya çalışan altı-yedi kişilik kafilenin kapanan yolda mahsur kaldığını, durumun acil olduğunu, gerekli izinlerin verilmesini ve gereğini arz ediyordu. Soğukkanlılığını muhafaza ederek Köy Hizmetleri Müdürlüğünü ve İlçe Devlet Hastanesini arayıp gerekli emirleri verdin. Vilayetteki Hava Tugay Komutanlığından askeri helikopter talep ettin, koordinatları yazdırdın. Neticenin tarafına bildirilmesini rica ettin yetkililerden…
Pusulası bozuk kaptan gibi ne yapacağını bilemedin uzun süre... Şampanya şişesinin sarhoş köpükleri gibi sendeledin. Vücudun kalp atışlarına ayak uyduramayınca sandalyene çöker gibi oturdun adeta. Hiçbir kalıba sığmayan onlarca düşünce geçti kafandan. Tüm renkler kör olmuştu. Her yer beyazdı. Bembeyaz... Hatta kırık beyaz... Koca bir yumruk oturdu böğrüne... Rutin giden yaşamının başlangıcını, rüzgâra karşı üflediğin o yılları anımsadın. Gözlerinden süzülen o sıcacık, insani yönünü zenginleştiren incilerinle... Mühürlü dudaklarını zorla araladın:
‘’Dayan bacım! Dayan anam... Balkız anam!” diyebildin...
Anacığın Balkız'ı buna benzer bir günde, yüzünü bile göremeden kaybetmiştin. Aynı hikâyenin kahramanlarından biriydi Balkız Gelin... İlk bebesini on beş yaşında Ramazan ayında doğurmuş, yaşını bile doldurmadan kuşpalazından kaybetmişti. Bir yıl geçmeden yine böyle bir günde, nice zorluklarla ilçe hastanesine yetiştirilmiştiniz. Doğumhaneye hemen alınmasına rağmen sen güçlükle kurtarılmış fakat Balkız annen çok kan kaybettiği için yitip gitmişti… Sana da ağabeyin Ramazan'dan şimdi kullandığın kafa kâğıdı miras kalmıştı…
Tüm sülalen arıcılık yapıyordu. Kafkas cinsi arı, yeryüzünde sadece sizin bulunduğunuz yörelerde yaşıyordu. Köylülerin çoğunluğu arıcılık ve küçükbaş hayvancılıkla nafakasını çıkarıyordu. Genç yaşına rağmen ruhen ihtiyar baban, acının ve sefaletin kocattığı ninenle birlikte yaşamaya başladın. Akrabaların tarafından kucaktan kucağa geçiyordun. Bezinden kurtuluncaya kadar ninenle koyun koyuna sabahlardın... Ninen, sen dört yaşındayken hakkın rahmetine kavuşunca baban çaresiz kalmıştı. Erzurum Çocuk Esirgeme Kurumunun yani devletin şefkatli ellerine teslim etti biricik yavrusunu…
Dışa dönük, konuşkan, zeki, hırslı, hareketli, kendinle barışık bir çocuktun. Baban arada bir gelir kucaklaşır, koklaşırdınız. Fukaranın nafakası gibi bir görünür bir kaybolurdu zavallı babacığın. Bazı geceler ise burnunun direği sızlardı, sevdiklerin aklına düştükçe...
Müdür babanın, öğretmen ve bakıcı annelerinin sözünden çıkmazdın. Zorda kalan arkadaşlarının yardımcısı olurdun hep, mutluydun ama... Bir yanındaki sadık hüznün seni hiç yalnız bırakmıyordu... Kitap okumayı çok ama çok seviyor, kitaplıktan ayrılmayı hiç istemiyordun. Her fırsatta bahçedeki ağacın altına koşar, kitap kahramanlarıyla olayları yaşardın...
İlk, orta, lise derken on sekiz yaşını doldurmuş, civan gibi bir delikanlı olmuştun. Hitabetin kuvvetli, kelime dağarcığındaki kelimeler çok fazlaydı. Ya avukat ya da yönetici olmak istiyordun. Sınavları büyük bir başarıyla verip Ankara Siyasal Bilimler Fakültesini kazanmıştın. Büyük bir azimle okumayı, çalışmayla birlikte yürüttün. Aldığın bursun hakkını vererek okulu 1. Olarak bitirip şeref listesine adını yazdırmıştın. Okul kütüğüne isminin, soy isminin yazılı olduğu pirinç levhayı törenle çakmış, hediye edilen dolma kalem seti ve kol saatini büyük bir memnuniyetle kabul etmiştin…
Artık çakı gibi bir kaymakam adayıydın. İçişleri Bakanlığının açmış olduğu yazılı ve sözlü sınavda başarılı olup bakanlığa çekilmiş üç yıllık kaymakamlık stajını kaymakam vekili olarak yine 1. olarak bitirmiştin. Başarıların taç gibi ışıldıyordu. Sıra görev yapacağın yeri belirleyen kura çekimine gelmişti. İlk atamalar 5. sınıf ilçelere yapılıyordu. Bacakların hazan yaprağı gibi titriyordu. Heyecandan için içine sığmıyordu. Dudakların belli belirsiz kımıldıyor, içinden dualar ediyordun:
“İnşallah doğduğum ama yaşayamadığım, üzüntülere gark olduğum, Balkız anamın, koca ninemin yattığı topraklara çıkar tayinim.”
Kuralar çekilince üzüntü ve hayal kırıklığıyla oturdun yerine. Tayinin Mardin'in İdil ilçesine çıkmıştı. Kendin gibi gideceği yeri beğenmeyenler olabilir düşüncesiyle araştırdın, becayiş yapmak için. Nihayet istediğin olmuştu. Sen artık Ardahan İli Posof İlçesi Kaymakamı olarak atanmıştın. Allah en kalbi dualarını kabul etmiş O’na uzanan ellerini boş çevirmemişti. Uzun gözyaşları döktün sevinçten. Karı delerek önce başını sonra gövdesini çıkaran kardelenler gibiydin. Azminle, iradenle, güçlü kişiliğinle tuttuğunu kopartmıştın. Kendi kendine verdiğin söze sadık kaldığın için de kazanmıştın hayat mücadelesini…
Bütün evrakları ivedilikle tamamlayıp görev emrini ve birkaç parça eşyanı alarak önce vilayete sonra da Posof’a gelip hemen göreve başlamıştın. Göreve iki yıllığına atanmış, dokuz ayını çarçabuk geçirmiştin. Daha yirmi sekiz yaşında; kimsesizlerin, gariplerin, öksüz ve yetimlerin, muhtaçların babaları olmuştun.
Dalıp gitmiştin… Asi rüzgârların kavgası dinmişti nihayet. Doğduğun yerde çürümesini istediğin vücudunun her tarafı uyuşmuştu. Tufan hikâyeleri gibi kavurdu zihnini düşünceler, yüzünde kederli çizgiler oluşturdu yol yol…
Uzunca çalan telefonun sesini algılayamadın önce. Gerçeğin ışığını yakalayıp ses verdin, genzini temizleyerek:
‘’Posof Kaymakamı Ramazan Arıcıoğlu, buyurunuz...”
‘’Efendim, ben Posof Devlet Hastanesi başhekimi Dr. Ali Eren. Anne ve erkek çocuğunun durumu iyi efendim. Anne ve babası çocuğun adına, diğer ana babalar gibi sizin isminizi vermek istiyorlar. Nasıl tensip buyurursanız efendim...”
Doğuştan yüreğine vurulmuş öksüzlük damgasının izlerini silmeye çalışan ailen ve yurt görevlilerinin himayesinde mutlu bir çocukluk, ergenlik yaşadın ama yine de anacığının eksikliğini hep kalbinin derinliklerinde duyumsardın. Bazı yakınlarının, “Analı kuzu, kınalı kuzu” dediğini duyardın cümle aralarında. İşte o anlarda yüreğin bir avuç kor atılmış gibi alevlenirdi…
Siyah-beyaz fotoğrafını elinden düşürmediğin annenin simasını zihnine hıfzederken bazı geceler, gizlice gözyaşlarını silerdin… Böyle hassas olduğun zamanlarda hicabından yüzün allanır, mahcup bir şekilde yüzünü yere eğerdin…
Doktorun hitabıyla yine hassaslaştın… Kalp atışların hızlandı. Ne diyeceğini bilemedin. Sen “kınalı kuzu” olamamıştın ama küçük Ramazan için güzel dilekler geçirdin içinden. Mırıldanarak döküldü birkaç kelime dudaklarından:
“Allah analı, babalı büyütmeyi nasip etsin inşallah. Adıyla bin yaşasın! Münasiptir, Sayın Doktorum.”