![]() |
Tweet |
Gülçin Granit / Öykü
Göğün en güzel yerinde duran dolunay uzun parmaklarını sarkıtıp, ortalığı tatlı bir kızıllığa boyayacaktı. Birbirine eklenen sesler, sahibi belirsiz bir uğultuya dönüşüp pencere pervazından sızarak, gecenin bir vakti, orada uzun uzadıya yatan Ali Dede’nin gözlerine parmak uçlarıyla dokunacaktı. O saatte uyanan Ali Dede bütün bu olanları; baykuşun uhlamasını, farelerin tıngırtılarını duymamış ve hissetmemişse eğer; birazdan pencereden girecek olan madde bağımlısı hırsızı hiç fark etmeyecekti.
Siyah kapüşonlu hırsız, karanlıkla bir bütün olup, odaya kambur olup süzülecekti. Ali Babanın gözleri önünden ani bir karartı geçecek, o ise bu karartının ardından, gecenin füsunuyla “Nevin!” diye tatlı tatlı sıcak yatağının içinde mırıldanacaktı “Nevin! Nevin!” Nevin onun için pencereye vuran rüzgârın uğultusu, okyanusun gökyüzüne savurduğu, beyaz köpüklü dalgalar. Bir kadının narin ayak sesi, portakal gibi en tepede duran yakıcı bir güneş, kalbinde her gün derinleşen bir girdap… Rüzgârın peşinden sürüklediği bir yaprak, denizin derinliklerinde hiç el değmemiş nadide bir inci, ona her gün yeniden şiirler yazdıran şahmeran ve o gümrah kirpikli kadın.
Onunla evlenebilmek uğruna hayatını bir fanila gibi ters yüz etme cesaretini göstermiş ve gençliğinde hayatını ayran gibi sallamış bir adam. Şimdilerde ise Ali Dedenin beynini bir mengene gibi kıskaca alıp bırakmayan alzaymır hastalığı. Bu hastalığın çetrefilli yolculuğunda, her gün biraz daha savrulup duran bir ihtiyar… Pencereden esen rüzgârı sevdiği kadının nefesi, hırsızın ayak seslerini ise taptığı kadının ayak sesleri sanacak kadar. Açık pencereden esen rüzgâr, tülü bir büyücü gibi üfürüp duracaktı.
Nevin Nine oysaki uykunun en dehliz yerlerine su gibi sızıp dünyayı ele geçirmişken, bir müddet daha uyuyacaktı. Günlerini, karşılıklı çekyata uzanarak geçiren ihtiyarlar, birbirlerinin yüzlere saatlerce bakacaklardı mutlaka karşı karşıya gelecek şekilde oturmaya özen göstereceklerdi. Eğer olur ha! Birbirlerinin yüzünü yattıkları yerden görmeseler kıyamet kopacaktı. Onların sırt sırta oturduklarını bu güne kadar görmek vaki olmamıştı. Masanın üstünde duran zavallı sürahi, gözlerine siper olmuşsa eğer, o münasebetsiz sürahiyi derhal oradan kalkacaktı. Hiçbir şey onların birbirlerine bakmalarına engel olamazdı.
Birbirlerine karşı gözlerini gölgeden sakınılmıştı. Gözlerine ve kirpiklerine gölge düşüren her şeyi aşklarıyla yırtacak ve birbirlerini yüzlerinde cennet bahçesinde dolaşır gibi bakacaklardı. Ali Dede, onun için dağları delen bir Ferhat, Kara bir şövalye, dünyayı sallamış bir kahraman, kız kulesinde yaşayan kızı, üzümlerin içine sinmiş yılandan kurtarmaya gelen bir kahraman. Kuşların, kurtların ve dünyanın efendisi, gözlerinin nuru, en tatlı nefesi, biricik aşkı Ali’si… Ali! İlle de Ali!
Gecenin göbeğine oturan bir baykuş tatlı uhlamasıyla nöbeti devir almışken, hırsız koridora doğru süzülerek gidecekti. Gökyüzü gündüze boyanırken, birbirine eklenen sesler, sahibi belirsiz bir uğultuya dönüşerek pencere pervazından sızacak; Nevin Ninenin gözlerine parmak uçlarıyla dokunacak ve işte o dakika, onu da uyandıracaktı. Tam bu zamanda uyanan Ali Dedenin tatlı mırıltısını, “Nevin! Nevin!” deyişini duyacaktı. Nevin Nine ise onu sevgiyle tuvalete götürmek için doğrulacak; “Aşkım çişin geldi mi, hadi tuvalete gidelim” diyecekti. Ali Dede ise hastalığının esareti altında, gözlerini tavana dikerek ve biraz önce onun bir gölge gibi önünden geçtiğini unutarak, “Hep cep çişe, hep çişe, başka bir yere götürmezsin zaten” diyecekti.
Yataktan kalkarak eşinin elinden tutan Nevin Nine onun söylemlerine hiç aldırmadan Ali Dedeyi ayağa kaldıracaktı. Kara şövalyesi ise altını birazcık ıslatmış olacaktı. O anda bu gürültüyü duyan hırsız mutfağa saklanacak, elindeki feneri yere düşürecekti. Gecenin sessizliği üzerine düşen el fenerinin sesini ağır işiten kulaklarıyla hiç duymayacaklardı. Nevin nine önde, Ali Dede arkada tuvaletin yolunu tutacaklardı. Ali Dedenin ayağı paspasa takılarak, doksan yaşındaki ninenin kalçasını kıracak şekilde üstüne bodoslama düşecekti. Gece gündüze yakın bir vaktinde, o uzun parmaklarıyla geceyi beyaza boyarken, kızları Derya’nın da gözlerine hızlıca kalk der gibi dokunacaktı. Derya ise o saat rüyasında Azrail’in kendisine “Annenin boynuna bu gece kolyeyi takıyorum” dediğini bir kâbus gibi işitirken, bu gürültüye yatağından fırlayacaktı.
Kızları neye uğradığını bilemeden yataktan fırlayacak annesini altta, babasını onun üstünde banyo önünde düşmüş olduklarını görecekti. Panik halinde ambulansı ararken, hırsız el fenerini elinden savurup, önlerinden canlı bir cenaze gibi koşarak pencereden aşağıya kendini bırakacaktı. Hırsıza mı, düşen anne ve babasına mı şaşıracağını bilemeyen Derya, ambulans eşliğinde hastaneye gideceklerdi. Annesi, o sabah acil ameliyata alınacak, diğer kızları Ayşe de eve gelip babasına bakacaktı. Kendisiyle konuştuğunu hiç hatırlamayacak olan Kara şövalyesini yine de günde üç kere arayacaktı. Ah bir hastaneden çıkıp eve gidebilseydi, kızının elde açmış olduğu börekleri, tereyağlı ballı ekmekleri, muzları portakalları yiyeceklerin en güzelini ona yedirecekti. Onu fındıkla balla besleyecekti.
Kara şövalye, donuna evde bulduğu tüm kalemleri taksa, Nevin ninenin banyoya giderken çıkarıp çamaşır makinasının üstüne bıraktığı ve orada unuttuğu toplu paraları bulup, çorap içlerine doldursa sonra da boş keseyi pencereden aşağıya fırlatsa, paranın yerinde olmadığını ve boş para kesesini sokakta yerde görse; Nevin Ninenin tansiyonları fırlasa hatta nutku tutulsa yine de ona hiç kızmayacaktı… Kara şövalyesine torunları “Dede buradan Paris’e nasıl gidilir?” diye sorduklarında, o elini kaldırıp, “Buradan çık sağa dön, sonra yine sağa Paris orada” dediğinde ona kahkahalarla gülen torunlarına yine ve yine kızacaktı.
Katıksız sevmek böyle bir şey olsa gerek. Karşılıksız, beklentisiz, özünden vererek yaralara merhem olarak, hiç umut yokken bile onu iyileştirmeye çalışarak. Bakıma muhtaç olduğunda onu bir bebek gibi pışpışlamak... Bir zamanların Kara şövalyesi, şimdilerde Nevin ninenin bebeği.
Ameliyattan çıkmış Nevin Nine bu hastalıktan kurtulamayacağını ve ölümle bir yıl kadar sevişeceğini hiç bilmeden; kızı Derya’ya dönüp, içindeki büyük aşkının sesini yükselterek, “Aman kızım! İyi ki babana bir şey olmadı da, O benim üstüme düştü” diyecekti