Bugun...



ÖYKÜ / Üstat Artık Tanrı’ya İnanıyor

Bu hikâyenin neresinden tutsan elinde kalır, gel gör ki onun yaşamını değiştirmesi bakımından takdire şayandır. Tanrıya inanmadığı doğruydu ama hiç kimse daha evvel eli bu çabuk ressamın karşısına geçip adamakıllı bu soruyu ona sormamıştı. Kimse bu soruyu ona yöneltmediğinden o da fikrini dile getirmemişti.

facebook-paylas
Tarih: 03-09-2024 12:49

ÖYKÜ / Üstat Artık Tanrı’ya İnanıyor

SERPİL TUNCER / ÖYKÜ                                    

Bu hikâyenin neresinden tutsan elinde kalır, gel gör ki onun yaşamını değiştirmesi bakımından takdire şayandır.

Tanrıya inanmadığı doğruydu ama hiç kimse daha evvel eli bu çabuk ressamın karşısına geçip adamakıllı bu soruyu ona sormamıştı. Kimse bu soruyu ona yöneltmediğinden o da fikrini dile getirmemişti.

Sanat atölyesinin tiner ve boya kokan geniş salonuna girdiğinizde onu daima resim çizerken görürdünüz. Sanat akademisini birincilikle bitirmiş bu genç ressama yaptığı resimler yol arkadaşlığı etmekle kalmıyor, geçimini de sağlıyordu.  Önüne ne gelirse çizerdi. Natürmortta ustaydı ama portrelere karşı özel bir hevesi vardı. İnsan ve hayvan portrelerini, karşısında bir model olmadan da yapabilirdi. Bu portrelerde onun derin hayal gücünün rol oynadığı su götürmez bir gerçek. Sanatı sanat yapan da zaten bu derin hayal gücünden başkası olamaz.

Atölye zaman içinde onun uğrak mekânı, sonrasında ise evi olmuştu. Artan kira fiyatları karşısında evi ile iş yerini birleştirmeye karar verdi, böylece atölyenin tavan odasında yaşamaya başladı. Atölye, ne şehrin tam göbeğinde ne de dışındaydı. Bu da atölyeye farklı bir hava katardı. Tavan arasının küçük ve tek penceresinden çoğu zaman gökyüzünün yarısını kaplayan kümelenmiş bulutları görürdü. O, engin hayal gücüne sığınıp resimlerini yaptıkça uzaktaki şehrin ışıkları yanıp sönerdi. Şeffaf, kırmızı ışıklar ıssızlığa yol alıp atölyenin penceresine düşünce, hele hele gökyüzünde de yıldızlar varsa keyfine diyecek olmazdı. Atölye başlangıçta az, zamanla hayli öğrenci ağırlamıştı. Genç ressam, ders verdiği öğrencilerine bu sanatın ince ipuçlarını anlatır ve resmi sevmelerinden ziyade başarı için yoğun emek vermeleri gerektiğinden bahsederdi.

Ders verdiği bir gün, porselen kupadaki adaçayını içtiği sırada kirli sakalını sıvazladı ve gülümseyerek “şimdi portre çalışacağız” dedi. “Bunun için hayal gücünüze ihtiyacınız var. Hayal gücüne güvenen buyursun yanıma gelsin.”

Öğrencilerinden genç bir delikanlı alaylı bir tavırla,

“Tanrının yarattığı onca insandan herhangi birini seçip karşımıza model olarak koymak varken ne diye hayalimizden çizmemiz gerektiğini anlamıyorum.” dedi. “Bizim gibi çömezler için bu daha zor olmaz mı?

“Tanrı yoktur.” dedi genç ressam. “Etrafınızda gördüğünüz bütün yüzler rastgele oluşmuştur, dolayısıyla hayal gücünüz binlerce yüzü çizecek kapasitededir.”

Atölyeden uğultulu bir kahkaha yükseldi. Ressam kahkahalara aldırmadan resmine geri döndü, aynı öğrenci,

“Denemesi bedava.” dedi.

Ressam afallamıştı. İçtiği adaçayı genzine kaçtı. Bir süre boğuk boğuk öksürdü. Bir daha adaçayı içmemeye yemin verdi. Ne zaman adaçayı içse gıcık benzeri bir öksürüğe tutulurdu. Sonra işaret parmağını kaldırıp öğrencisine doğru sallayarak,

“Neyin denemesi bedava?” diye sordu.

“Karşınızda model olmadan bakalım kaç yüz çizebileceksiniz? Bu dünyada hâlihazırda yedi milyar insan yaşıyor. Bunun evveli ve  sonrasını düşünürseniz bu sayı korkunç. İnsanın hayal gücü Tanrı’yla asla boy ölçüşemez. Siz bin tane çizseniz benim için kâfi.” dedi.

Ressam bunu kendine dert edindi. Keyfi kaçtı ve o gün dersi yarıda kesip soluğu tavan odasında aldı. O ki güzelliğin adamıydı. Sahip olduğu hayal gücü, estetikle birleşecek ve binlerce portreyi hiçbiri birbirinin tekrarı olmadan çizecekti. Muhteşem hayal gücü sanatla birleşince anlamlı bakan, boş bakan, şaşı bakan yüzler çizebilirdi. İşin içine ifadeleri de katabilirdi böylece şaşırmış, mutlu, karamsar, üzgün yüzleri de ekleyebilirdi. Bir de renkler vardı. Sarışın, esmer, kumral… Derin çizgileri olan yüzler, yaralı yüzler, yaşlı ve çocuk yüzleri hatta bebek yüzleri, o da yetmedi istediği her hayvanın suretini resmedebilirdi. Seçeneklerin bolluğu çalışma alanını genişletiyordu. Böylece insanın hayal gücü sayesinde Tanrı’nın eli olmadan da yeni yüzlerin tasarlanabileceğini ispatlamış olacak ve sanatın ne dâhiyane bir şey olduğunu atölyedeki öğrencilerine ispatlayacaktı.

Malzemelerini küçük pencerenin yanına koydu. Gün batmak üzeriydi ve güneş, günün kârından geriye kalan son ışın demetini aydınlatacak şekilde odaya vurmuştu. Genç ressam çalışmaya başladı. Elindeki tuvale kare biçiminde bir yüzün taslağını çizdi. Derken taslak dudaklara, kaşlara ve yanaklara şekillenmişti. En tuhaf olanı hiçbir yere bakmadan portreyi çiziyor ve  bu yüz benim hayalimde, nasıl olsa çizerim diye düşünüyordu. Yüz, tıpkı karşısında oturmuş yaşlı bir adamın yüzü gibi kusursuzdu ve resmin ayrıntılarda gizlenmiş olması onu ışıktan yoksun bırakan bu dar ve kasvetli odada daha sıkı çalışmaya teşvik etti. Zaman ilerledikçe oda iyice karanlığa bürünmüştü. Derken küçük pencerenin önünden ay belirdi. Ay’ı sevmezdi çünkü Ay’ın ona kasvetli gelen bir havası vardı. Vahşiliği, yalnızlığı çağrıştırıyordu Elbette bir ressam için ışık önemliydi. Karanlığı resmetmek için bile ışığa ihtiyaç vardı. Belki de Ay’ı sevmiyor oluşunun asıl sebebi geceyi sevmeyişiydi ama yıldızlarsa onun için bambaşka bir anlama tekabül ederdi. Sahip olduğu hayal gücünün etkisiyle yıldızlardan gelen ışığa ömrü boyunca kafa yormuş, oradaki yaşam şartlarını merak etmiş, geceleri onların cılız ve titreşen ışıklarını aynı göğün altında birlikte yaşayan milyonlarca insan gibi izlemekten öteye gidememişti.

Kalktı ve odanın lambasını yaktı. Sonra yeniden resme döndü. Maviler laciverte, pembeler kırmızıya dönüştü. Gölgeler belirginleşti ve gece yarısı saat üç sıralarında resmi bitirdi. Karşısında daha evvel hiç kimsenin görmediği, ömrü boyunca işlek yollarda, garlarda, iskelelerde, dar sokaklarda karşılaşmadığı ve karşılaşma ihtimalinin asla mümkün olmayacağı yeni bir yüz duruyordu. Bu portreyi yarın atölyedeki öğrencilerine gösterecek ve onlara büyük bir gururla bu yabancı yüzü daha evvel görüp görmediklerini soracaktı. O sevmediği ayın pencereden kaybolduğu vakitlerde uykuya daldı ve sabahın serin kollarında şiş gözlerle uyandı.

Öğrenciler resmi gördüklerinde “Evet kabul…” dediler. “Bu yüzü daha evvel hiçbir yerde görmedik. Ama binlerce yüz çizmeniz lazım ki hayal gücünüzün gerçek potansiyelini görebilelim. Nitekim rüyalarımız da bile daha önce hiç karşılaşmadığımız yüzleri görmüşlüğümüz vardır.”

Milyarlarca yüzü çizmek yoğun emek ve zaman isterdi kaldı ki o kadar yüzü çizmeye malzemesi  nasıl yetecekti? Çok geçmeden bunun kolayını bulmuştu, sadece karakalemle saman kağıtlarına yüzleri yapacaktı. Böylece tuvalle boya sorununu da çözmüş oldu. Yıllarca sürse de bu işten vazgeçmeyecekti.

Gün tekrardan ibarettir, bu  yüzden olsa gerek gün kelimesi biraz da döngüyü çağrıştırır. Gün değişebilir, mevsimler, takvimler değişebilir ancak döngüler değişseler de aslında kendi tekrarından ibarettir. Genç ressamın döngüsü değişmiyordu. Bütün gün atölyede ders verip güneş gidip ay gelesiye, sonra ay gidip yeniden güneş görünene kadar her gece ayrı bir yüz çizmeye devam ediyordu. Çizdiği bu eskizleri ertesi gün öğrencilerine gösteriyordu. Öğrenciler de genç ressamın çizdiği bu yüzü daha evvel hiçbir yerde görmediklerini söylüyorlar ve onun muazzam hayal gücü karşısında hayranlıklarını gizleyemiyorlardı.

Böylelikle yaz bitti. Kasvetli ve karanlık kış günleri başladı. Artık güneş daha erken batıyor, ay gökyüzünde daha uzun kalıyordu ve deste deste tavana kadar uzanan eskizler yüzünden  tavan arası gün ışığından mahrum kalıyor, genç ressamın hareket kabiliyeti kısıtlanırken çalışma şevki de kırılıyordu. Ressam kendini yorgun hissediyordu, üstelik onca çizime zaman da yetmiyordu. Sırf daha fazla portre yapabilmek uğruna her gün aldığı banyoları haftada iki güne indirmişti. Eskiden müdavimi olduğu kafelere, alışveriş mekanlarına uğramıyor, berbere bile gitmiyordu, sakal tıraşına gelince; ressam için tıraş olmak, öğrencilik dönemlerinden kalma bir el alışkanlığından başkası değildi ve şimdi bu alışkanlık çoktan tarihe karışmıştı. Televizyon izlemiyordu, derbi maçları umurunda değildi ve çoğu zaman yemek yemeyi bile unutuyordu. Düştüğü bu cendereden onu çekip çıkaracak bir kadın da aşkın güçlü tutkularına bürünerek karşısına çıkmamıştı, şu durumda tezini ispatlamanın önünde hiçbir engel yoktu ve doğru yoldaydı.

Öğrencilerinden birkaçı genç ressamın ayak işlerini yapmaya canıgönülden hazırdı. Alışverişe giden, faturaları yatıran, boya malzemelerini almak için çarşıya inen gönüllüleri vardı ve hepsinin ortak noktası bu hummalı çalışma sonucunda ressamın nereye evrileceğini bilmek istemeleriydi. Öyle ya; Tanrı var  mıydı, yoksa bunca suret kendi başına mı oluşmuştu? Eğer öyleyse insan milyarca yüz çizebilirdi ama işin içinde Tanrı varsa o zaman durum farklıydı.

Kış da esti, gürledi, geçti ve bahar gelmezden önce yalancı baharlar geldi, derken mevsim, cemrenin suya düştüğü günlere erdi, lakin ressam atölyede gezinen o eski ressam değildi. Öylesine kilo vermişti ki bir iskelet gibi atölyede dolanıp duruyordu. Öğrencileri onun arkasından ölünün ayağa kalkmış hâli dediler, sonra azimle tezini savunan ve bunun için gecesini gündüzüne katan bu şahsiyete saygıda kusur etmemek adına yüzüne karşı durumunu söylemediler. Genç ressamın siyah dalgalı saçları omuzlarına inmişti ve sandalyeye oturunca dizlerine sakalları değiyordu. Ayrıca ruhi durumu da iyi değildi. Doyasıya uyumuyor, günden güne omurgası yamulurken, sırtından sivri bir kambur yükseliyordu. Dağınık zihni, onu iyice sinirli, çekilmez birisi yapmıştı ama dış görünüşüne aldanıp onu bir kâhin ya da derviş sananlar da yok değildi.

İşte ne olduysa o bahar sonunda oldu. Ressam, bir önceki gece çizdiği portreyi öğrencilerine gösterirken onlar artık eskisi gibi şaşırıp kalmıyor, yüzün muhteşemliğini öven sözleri usta öğreticilerinden sakınıyorlardı. Özde şaşkın övgüde cimriydiler. İçlerinden biri bütün cesaretini toplayıp, “Farkında mısınız, artık tekrara düşüyorsunuz hocam.” dedi. “Mesela bu yüz, geçen hafta çizdiğiniz diğer bebeğin yüzüne benziyor.  Dün çizdiğiniz genç kızın yüzü de üç ay önce çizdiğiniz başka bir genç kızın yüzünü bana çağrıştırdı.”

“Bundan daha doğal ne olabilir ki,” dedi ressam. “İnsanlar birbirine benzer.”

Aynı öğrenci,

“İkizler, kardeşler ve akrabalar birbirine benzer. Hatta dublörü dublör yapan gerçekte aktöre olan benzerliğidir ama öyle tuhaf benzerlikler vardır ki bir sanatçı, politikacı ya da ünlü bir sporcuya benzeyen sıradan biri bile sırf bu benzerliği nedeniyle magazin haberlerine konu olabiliyor.”

“Ben de bunu söylüyorum.”

“Bakın ben de bu benzerlikten dolayı bu olay bir haber olur diyorum. Yani kan bağı dışında kimse kimseye benzemiyor aslında.  Düşünün ki insanoğlu bunu garipseyip habere konu ediyor. Son tahlilde herkes biricik.”

Ressam hiddetlendi ve bütün eskizleri atölyenin zeminine serdi. Öyle ki artık eskizler atölyeye sığmıyordu. Her bir yüze ayrı ayrı baktı, oturup onları saydı. Gruplara ayırdı ve şu karara vardı. Öğrencisinin hakkı vardı. Eskizlerdeki çizimlerde bir süre sonra tekrara düşmüştü. Benzer yüzler, birbirini tekrarlayan gözler ve mimikler. Genç ressam fikrinden cayacak değildi. Zaten bir ressamı ressam yapan da ondaki inatçılıktır.

“Kabul.” dedi. “Belki de sürekli insan sureti yapmaktan sıkılmış olabilirim.”

“Hayvan yüzlerini çizin o zaman.”

“İyi de hangi hayvan?”

Atölyede bir sessizlik oldu.

Sonra birbiri ardına sesler yükseldi. Kimi timsah diyordu kimi kaplumbağa. Aslan, zebra diyen bile oldu. Ama hangi hayvanı çizerse çizsin konu suret olunca tek bir türde karar kılmalıydı. Ressam sinsice gülümsedi. Aklına şahane bir fikir gelmişti. Türde en çeşitli olan köpeklerdi. Kanişi var kangalı var, Dalmaçyalısı, finosu, pitbulu  var. Var oğlu var.

“Tamam,” dedi, “ben artık köpek sureti resmedeceğim.”

O güzelim bahar şehre akın akın çökerken, ressam yaklaşan yazın ayak seslerinden bihaberdi. Döngüsünden hiç şaşmadı. Gündüz atölyede dersler, gece ise tavan arasında suretler. Bildiği bütün köpek cinslerinin portrelerini çizmeye başladı. Sarı kangallar, beyaz finolar, benekli Dalmaçyalılar ama bütün cinsleri bitirip aynı cinsin ikinci suretini çizdiğindeyse yine tekrara düştü.

Yıl bittiğinde elinde 150 kadar köpek ve 193 kadar da insan portesi vardı ama  ressamın daha portre çizecek hâli kalmamıştı. Bu görüşünde inat ederse kalem, fırça, tuval adına ne varsa   hepsini toplayacak, bir meydana götürüp onları yakacaktı. Hayal gücünün de bir sınırı vardı ama etrafına baktığında birbirine benzemeyen sayısız yüzleri görünce aklını kaçırmaması işten bile değildi.

Yeniden kış gelmişti, doğru düzgün gün ışığı görmeyen ressam, akçacık pakçacık yüzüne çöken bir ışık haresiyle adeta aydınlanmıştı. Avurtlarına yapışan yanakları insanı korkutuyordu ve gittikçe elden ayaktan düşüyordu. Birkaç kere derste bayıldığı da olmuştu. Hoş, o buna sendelemek dediyse de öğrencileri gerçeğin takipçisiydi.

Yine köpek resmi çizdiği bir gece elektrikler kesildi. “Eskiden elektrik mi varmış,” deyip alt kattan bir mum getirdi. Çizmeye mum ışığında devam etti. Ve maun renkli ahşap masasında ezik büzük bir çocuk gibi uyuyakaldı. Mum devrildi ve tavan arasında ufak çaplı bir yangın başlattı. Ressam, saçları tutuşmuşken uyandı, gördükleri karşısında şaşkına döndü. Tavan arası yanıyordu. Canını zor kurtarmıştı. İşin güzel tarafı alevler alt kata ulaşmadan yangına müdahale etmişti ama yüreğindeki yangın hâlen sönmüş değildi. Onca emeği artık yoktu ve tezini savunmak için çizdiği eskizleri kül olmuştu.

Ressam yangından hemen sonra hastalandı. Bir süre insan içine çıkmadı ve derslerine ara verdi. Sanatla dolu atölye, kapılarını genç resim severlere kapadı. Ressam bu süre zarfında  düşündü, düşündü, sadece düşündü. Şimdi şu an bile dünyanın herhangi yerinde bir bebek yeni yüzüyle doğuyordu. Hatta bu düşünceden başka bir düşünceye geçene kadar yeni bir yüz daha doğuyordu. Onca sürü, vahşi hayvan…Binlerce ama binlerce insan… Her biri kendine has kendine özel, başka bir yüze benziyor olsa bile bu diğerleri tarafından şaşırtıcı. Bunları düşündükçe işin içinden çıkamıyordu. Kafayı yemesine ramak kalmıştı. Üstelik beynini yenileyen ve sanatına sanat ekleyen o güzelim rüyaları da askıya alınmıştı. Bir zamanlar sinema sahnelerini aratmayan  o muhteşem rüyaları nereye gitmişti? Ki, bir sanatçı için rüyalar, yaratıcı zekâyı en çok tetikleyendir. Rüyalarında gezindiği uçsuz bucaksız kırlar, nükleer patlama sonrası küle dönen topraklara benzemişti. O mavi denizin üstündeki martılar rüyalarında yoktu. Ahşap kapılar, renkli tuğlalar, saksıda çürüyen begonyalar… Rüyalarındaki yeni eğilim artık sadece yüzlerdi. Ağlayan yüzler, gülen, deliren yüzler, makyajlı, dövmeli yüzler, kan oturmuş, robotik, asimetrik yüzler, karşısına çıkmış tam onunla konuşacakken dağılıp uzayan, esneyen yüzler…Velhasıl rüyalarının da tadı yoktu. Delirmemek adına kendini, kendi gerçeklerine kapadı. Bu, uzun bir kapanıştı. Bir yaz ve sonbahar daha geçti derken atölye, kapılarını yeniden açtı.

Genç resim sever öğrencilerin neşesine diyecek yoktu. Atölyede elinde fırçasıyla, beline kadar uzamış ancak ak düşmüş saçlarıyla, neredeyse göbeğine doğru uzanan sakallarıyla ve çırpı gibi titreyen bacaklarıyla o sevdikleri öğreticileri karşılarında duruyordu. Yüzü, asırlardır bir mağarada yaşayıp da gün ışığını hiç görmeyen bir adam yüzünü almıştı. Üzerinde bembeyaz keten gömleği ve yine aynı renkteki pantolonuyla dimdik ayakta duruyordu. Öğreticilerine kavuşmanın verdiği sevinçle eski öğrencilerinden biri sordu:

“Üstat, bugün  nasıllar?”

Ressam gülümsedi, cevabı kısa ve netti.

“Üstat artık Tanrı’ya inanıyor.”




Bu haber 777 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER KÜLTÜR-SANAT Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI