|
Tweet |
MEHMET ERDAL
(Üçüncü Bölüm)
ŞU ANKİ TURİZM ANLAYIŞIMIZ, SORUNLU
“Anadolu'nun zengini zaten ona göre tatil yapar.” diyerek anlatımına devam etti Osman Akın: “Ya iner Alanya'ya, Antalya'ya ya Bodrum'a, Çeşme'ye gider, orada yer, ona göre harcar. Anadolu'nun orta hallisinin tercih edeceği yer olma, Datça için doğru bir hedef değil. Yani, orta halliler haklı olarak bütçelerini koruyacak bir şekilde tatil yapmaya çalışıyorlar. Onlardan ceplerindeki parayı almak bile işte 3 harfli marketlerden tavuk kanatı, kırık pirinç alması ile ne bileyim, aparttaki odalarına 10 ekmek ile girmeleriyle mümkün, haliyle böyle yürüyor turizm; bu turizm, güzel ve doğru bir turizm değil.”
Ne kadar doğru sayılıyor bilmiyorum, biz “Bu yaz Datça'ya şu kadar araç, şu kadar insan girdi” diyerek övünüyoruz.
“Onu Badem Çiçeği Festivali'nde de yapıyoruz. İşte, 'İlk yıl 20 idi, sonra 25 idi şimdi tam 30 bin kişi Datça'ya girdi.' İyi de bu insanlar Datça'da ne kadar kalıyorlar? Bademlerin dallarını kırıp kırıp döndüler. Kırdıkları o badem çiçeği dalı daha Marmaris'e varmadan soldu, aracın içerisine döküldü. Bu kalabalık çok güzel, geliyor, ediyor tamam da sen bu insanlardan para kazanırım umuduyla Datça'yı kapatıyorsun ki ben bu Badem Çiçeği Festivali'nin fikir babalarındanım, onu da söyleyeyim.”
Bu konulara döneceğiz.
“Bir kere Almıla Kafalı’yla, bir kere kendim ayrı olmak üzere sunum yapmıştık bununla ilgili. Bir kere de özel olarak tek başına Gürsel Uçar'a sunum yapmıştım, 'Datça için yapılabilecek alternatif festivaller olarak, onları da anlatırım ama Badem Çiçeği Festivalinin şu andaki haliyle, 'ziyaretçi rekoru kırmak' gibi bir hedefe kilitlenmesi yanlış bir iş, bana göre. Şöyle yanlış: Bu insanlar senin panayır alanından alışveriş yapmıyor; gezip, dolaşıp, dönüyor. Hepsinin otelleri Marmaris'te. Çok az miktarda insan konaklıyor burada. Kışın açan tesisler de otelin klimasından vs'den neredeyse zarar edecek haldeler. Acenteler Marmaris'te ayarlıyor otellerini, kışın boş olan apartları, otelleri falan, ondan sonra sabah kahvaltılarını edip çıkıyorlar yola, geliyorlar Datça'ya, şöyle bir dolaşıyorlar Palamutbükü vs. Knidos'a giden bile yok. 'Haa bu muymuş?' deyip dönerken de 2 badem çiçeği dalını kırıyor, dönüyor yine Marmaris'e. Akşam da Marmaris'te tesislerde eğleniyorlar. Sonra kalkıp memleketlerine dönüyorlar. Biz bu işten ne kazandık? İşte badem ağaçlarını gösterdik. Vatandaşın tarlasını çiğnettik. Trafik tıkandı. Herkes birbirine kızdı, küfretti. Otobüsler dönemedi. Yığıldı. 3 gün boyunca hayatı felç ettik.. Geride ne var?”
Kimse memnun değil!
ŞU ANKİ MODEL, REVİZE EDİLMELİ
“'Festival' dediğin senin coğrafyan ile uyumlu olması gerekiyor. Sen ince uzun dar bir coğrafyasın, yollarının kapasitesi belli, otopark alanların belli, dönüş noktaların, kavşakların, araç bırakma noktaların belli, bunun üzerine sen hala kapasite artırımına gidiyorsan, o kırdığın rekor doğru bir rekor değil, bana göre.
Haddim mi bilmiyorum ama Datça'yı seven, bu konuda kafa yoran ve 25 yılını kamuya vermiş birisi olarak, onun öncesinde 15 yıl turizm sektöründe epey çalışmış birisi olarak modelin revize edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani sadeleştirilebilir, süresi uzatılabilir, daha erken başlayıp daha uzun olabilir, sadece hafta sonlarına özel birkaç hafta sonu için model önerilebilir. Japonya'nın Sakura Festivali mesela, biz Badem Çiçeği Festivali'nin ilhamını ondan almıştık, Sakura (Kiraz Çiçeği) Festivali'nin arkasında şöyle bir espri var: Kiraz çiçeği Samuraylarla özdeşleştirilir. Samuraylar, aynı zamanda şairdir. Çoğunun sanatla ilgileri vardır ve kiraz çiçeğine şiirler yazarlar, Haiku dediğimiz 3 dizelik şiirler. Kiraz çiçeği ile Samurayların özdeşleşmesi de şudur: Samuraylar savaşçıdır ve ölümü göze almış savaşçılardır, çoğu çok uzun yaşamaz. Gençken savaş alanında ya da düelloda hayatını kaybeder, en güzel çağında. Kiraz çiçeği de en pembe en güzel anında solup büzüşmeden dökülür. Ağaçların altlarında pespembe bir görüntü oluşur. O nedenle, samuraylar kendilerini en güzel anında dökülen kiraz çiçeği ile özdeşleştirirler.
Badem çiçeği için de benzer hikayeler oluşturmak gerekiyor, bence, mitolojik göndermeleri olması gerekiyor. Yani bu haliyle “gel gel' yapmak, bir yerden sonra bıktırıcı hale gelebilir; hem buradaki insanlar hem de ziyaretçiler için. Bu nedenle Badem Çiçeği Festivali'ni öldürmeden revize etmek gerekir diye düşünüyorum.”
Yani, tekrara düşmemek gerekiyor.
“Tekrara düşmemek lazım. Yani büyütmeye çalışmak çok doğru değil, bence.”
Daha mı lokal, yani yöreye özgü bir tarzın mı gelişmesi lazım?
DATÇA'NIN ZENGİNLİKLERİNE DAYANAN BİR TURİZM
“Yığılmayı önlemek lazım. Birinci söyleyeceğim bu, o yığılmayı önlemek lazım. Mesela, bu yıl festivalin Reşadiye ayağı vardı. Çok güzeldi. Yemek yarışmasından tut da yerli gastronomiye kadar, doğru bir işti. Bu tarz yerel mutfak olayına ağırlık vermek daha doğru olabilir ama bununla ilgili her kurguyu salyangoz üzerinden yapıyoruz, söylemek istediğim bundan ibaret değil aslında. Başka modeller de var.”
Şimdiki haliyle Garaville’yi öne çıkarma gibi bir eğilim var sanırım belediyede?
“Garaville, turizm fuarında da kullanıldı. Başarılı bir sunumdu. Festivalde de aynı şekilde. İlginç tabii ki. İnsanlara ilginç geliyor. Bunu bir 'Datça Mutfağı' bütünlüğüne dönüştürmek gerekir, bence; yan, tamamlayıcı, mesela otlarla. İşte 'Yokluk zamanı mutfağı' gibi. 'Yerel mutfak' yarışması dışında bir önerim olmuştu, kabul de görmüştü, 'Yokluğun Gastronomisi' diye bir şey önermiştim. Yani, 'Datça'nın yokluk zamanı yemekleri.' Tavuğun yumurtasını bile ziyan etmeye korkarken eti konusunda kendi hayvanını kesip yiyemediğin için daha sürdürülebilir, daha vegana yakın neredeyse, daha yerel otlardan, tatlardan oluşan, unutulmuş bir sürü detayı olan bir 'yokluk mutfağı' var burada. Bu insanlar hayatta kalabilmek için her şeyi lezzetli hale getirmek zorunda kalmışlar. Yiyebilir hale getirmek zorunda kalmışlar.”
Bu “yokluk” zamanı, turizmin Datça'da gelişmesinden daha eski bir zamanda mı söz konusuydu?
“Datça'nın çok eski zamanları. Benim çocukluğumda bile yeni yeni 'varlık' oluşuyordu; işte fırından ekmek almalar, işte bakkallar falan. Önceki yıllarda, mesela ben tütüncülüğü hatırlıyorum, çocukluğumda. Tütüncülük, zor ve pis bir iştir; sabahın köründe kalkarsın...”
Egeliyim, bilirim.
“YOKLUK” VE “ZOR” ZAMANLARIMIZ OLDU
“... gece çiğ yağacak diye kırmandalın (yaş tütün dizilerini kurutmak için serilen yer, ıskara, kazıklara gerilmiş paralel teller) üzerini örtersin. Ekspertiz gelir, tütününe '2., 3. sınıf' der, para etmez. Bir yıl boyunca sen bakkala 'borç' yazdırırsın; tütünün satışından gelecek parayla o borcu ödeyeceksin diye ya da oğlunu sünnet yaptıracak, kızını, oğlunu evlendirecek olursun, 'bir göz ev yapayım' dersin. Bütün bunlar için hep tütüne bel bağlanır ama hiçbir zaman tek başına tütün ile yaşamadı insanlar, mutlaka işlerinin çiftçilik, hayvancılık, tavukçuluk... vs. kısmı da olurdu. Tabi, şu an bize 'çok vahşi' geliyor ama onu da yapardık; kuş avlanırdı bol miktarda. Büyük av hayvanı pek yoktu. O başka bir işti. Daha çok kuşu tüfekle vurma, sapanla avlama ve daha da çirkin, 'panaz' denen bir avlama yöntemi vardı, çocukluğumda, rahmetli babam giderdi. Ben istemezdim, hep karşı çıkardım, 'Baba, gitme ya.' derdim. Normalde gittiği zaman bir sürü kuş vurup geliyordu ama panaz diğerlerine göre şöyle çirkin bir kuş avlama yöntemiydi: Bu yöntemle kuş avlamada iki şeye ihtiyacın var, bir tanesi güçlü bir fener, bir tanede düzgün şu boylarında sağlam bir sopa. Bu yöntemle nasıl avlanılıyor? Söyleyeyim: Geceleyin gidersin kuşların konduğu ağaçlara, dolaşırsın. Mesela, ağaçta 9-10 tane kuş yan yana, tuttuğun zaman o güçlü feneri, kuş afallar; tavşan da araç farı karşısında kaçamaz, kalır, panaz olur, 'panaz olmak' diye bir terim vardır, kuşlar da aynen öyle hareket edemez, kalır, şoka uğrarlar. Fenerin çok güçlü bir ışığı vardır. Hipnotize olmuş gibi olurlar, vurursun sopayı 8-10 tanesini tek bir seferde düşürür, öldürürsün.
O yıllarda hayat zordu. Şimdi mesela insanlar iş olarak 8-10 saat çalışıyorlar ya o yıllarda mesai sabahın karanlığında başlar, güneş batana kadar sürerdi. Mesela, tütünü sabahleyin kalkar dikersin, yine sabahleyin toplarsın. Bu işleri sabah yapman gerekir. Çünkü tütün, sıcakta toplandığı zaman terler. Terlerse de çürüme, kararma yapar ve kalite düşer. Tütün toplandıktan sonra küfeye basıldığından, tütünün uzun süre o halde kalmaması lazım. Yoksa ısınmaya başlar. Çıkartırsın. Dizersin. Sonra ipe geçirir, kırmandala alırsın falan. Kuytu yerde tozdan, çöpten uzak tutarsın, nem aldırmazsın. Sonra sıkma makinası ile balyalanır. Ekspertizin gelmesini beklersin. İşin kötüsü, çocukluğumdan hatırlıyorum, Datça ekspertizleri çok hayırla anılan insanlar değillerdir. Datça kökenli olanları da vardı ama her zaman adam kayırırlardı. Bu söylediğimi çok kişi teyit eder, o nedenle rahatlıkla söyleyebilirim, kendilerini çok iyi duygularla anmıyorum; dünyanın en iyi tütününü de yapsan, bir gün önce kendisini götürmüş, rakı içirmiş adamın tütününü birinci kalite seçer, seninkisi elinde kalır. Böyle oturur kalırsın. Çok insanın o hallerini üzülerek izlerdim. Vatandaş çok emek vermiş, pırıl pırıl, kaliteli, çıtır çıtır bir ürün elde etmiş, diğerinin tütününün yarısı kararmış, rengi bozulmuş ama onun tütününe birinci sınıf damga vururlardı. Ekspertizlerin yuvarlak damga vuran harfleri ve bir de mürekkep ıstampası olurdu. Ekspertiz kimin balyasına birinci damgasını vurursa o yaşardı. Diğerine gelir ikinci, üçüncü kaliteyi basardı, hele üçüncü kalite damgasını bastı mı o tütüncü yanardı.”
O tütün hurdaya giderdi.
“Tüccar alıcılar olurdu mesela, tütününü vermek istemezsen Tekele, onlar gelirdi bakmaya. Onlarla pazarlık edersin falan. Genelde insanlar tüccara pek fazla bel bağlamaz, 'Lanet olsun.' derlerdi. Sırf kızgınlığından vermiş olurdu tüccara, tüccar da çok kar etmeyi düşündüğünden çok fazla beğenmezdi baktığı tütünleri.”
Tüccar tütün üreticisinin parasını da zamanında vermezdi.
“Vermezdi, yaşamışsınızdır Egeli olduğun için, bilirsin. Tütüncülük, çocukluğumuzun meşakkatli işiydi; yemek yerken bile tadı acı acı gelen ellerimizdeki o simsiyah zift ama mesela o esnada hayvanın varsa onunla ilgilenirsin, işte bostan yapmış isen bostana gider sularsın, ki o zamanlar çocuktum, hatırlıyorum, bizim eve elektrik bağlandığında ben ilkokul 3'teydim, 9 yaşındaydım. Marmaris'ten Datça'ya tek tek elektrik direklerinin dikilmesi ve elektriğin gelmesi çok zaman aldı; yaptılar sonunda. O insanlar da 'kahraman' gibi insanlardı. O dağlara, tepelere o malzemeleri nasıl çıkardılar da o direkleri diktiler? Önce bir tepeye, sonra bir sonraki tepeye... Elektriğin ilk gelişini hatırlıyorum, şöyle söyleyeyim sana, sabahın köründe kalkılır, hayvanıyla ilgilenilir sonra gider bostanını sular, normalde Pancar Motor herkeste olmadığı için, çoğu zaman bostanda çok büyük olmadığı için, teneke ile sulanırdı.”
O zamanlar derelerde su vardı demek ki?
“Vardı buralarda, Çavlım Deresi. Doldururduk suyu tenekelere, dört köşe ya teneke, tenekenin ortasına düz, tenekeyi tutup kaldırmak ve taşımak için kalınca tahta çakarsın, çünkü teneke bakraçtan daha fazla, iki katı alır, onunla iki teneke alırsın, biz tenekeyi kaldıramazdık, bakraç alırdık çocuklar olarak. Büyükler ise 2 teneke alır, dereden doldurur, bostana götürür, arığa yavaş yavaş döker, o şekilde bostanı yetiştirme çabası vardı. O salatalığı, şuyu buyu... Ondan sonra gidersin hayvanlar ile ilgilenirsin. Ekin zamanı gelir, o bir yandan, ekini biçersin falan. Yani her şeyi, kış için kuruttuğun sebzenden buğdayına, hayvanın samanına vs.. tek başına yapardın. Bir şey satın alma yoktu. Satın aldıkları da işte kibrit, bakkaldan alınan, o zamanlar şimdiki gibi marketler filan yok, küçük bakkallar vardı, gaz yağı... İlginçtir, o yokluk içerisinde insanlar, çocuklarına ellerinden geldiğince bir şeyler alırlardı; her bakkalın mutlaka gofreti, bisküvisi, çikolatası bilmem neyi bulunurdu. İnsanların ellerinde evlatlarından başka mutluluk kaynağı yok ya bir şekilde çocuklarını harçlıksız bırakmamaya çalışarak, mutlu etmeye çalışırlardı.
70'lerin sonlarına doğru, 80'lerde turizm ile tanışınca, bir anda dönüşüm oldu tabi...”
(Devam edecek)