Tweet |
Denizli’ye gidiyoruz, annem doksan bir yaşında, ablam, eşim ve ben.
Yol boyunca yeşilin, sarının, kahverengi ve kızılın tüm tonlarıyla bayram etti gözlerimiz. Mola yerimiz Kale’de kırmızı ve bordo renkli, dizi dizi biberler karşıladı bizi, hava biraz serindi.
Denizli’ye yaklaşınca annem yıllar önce oturduğu evi görmek istedi, çok zor bulduk. Her yer bina, sanki küçük bir şehir kurulmuştu köye. Annem baktı, baktı tanıyamadı oturduğu evi, tanıdık bir yüz aradı etrafta. Yan taraftan ”Sultan Teyze” diye koşarak gelen sese döndü. Uzun uzun baktıktan sonra yüzünde bir gülümseme belirdi ve “Zehraa” diyerek sarıldı eski komşusuna, sohbete başladılar ayaküstü, komşusunu tanıyınca evini de hatırladı. Gri betonların arasında açıvermişti kasımpatılar renk renk, koku koku.
Sabah bağ bozumuna davetliydik, önce patika yola saptık, kıvrıla kıvrıla dereye inip tekrar tepeye tırmandıktan sonra en tepedeki bağa ulaştık. Garip karşıladı bizi önce, kuyruğunu sallayarak, gözleri kıpkırmızıydı. Asmalar görevlerini yerine getirmenin dinginliğinde yeşil sarı yapraklarıyla teslim olmuşlardı sonbahara. Selelerdeki son kınalı üzümler, yorgun görünen üzüm sıkma makinasını bekliyordu.
Alev alev yanan ateşin üstündeki kara kazanlar, duman duman, köpük köpük kaynıyor, üzümler pekmez oluyordu. Ateşin çıtırtısı, pekmezin kokusu, köpeğin havlaması, hava çocukluğum kokuyordu. Gözlerimi bir anlığına kapattığımda çocukluğuma geçivermiştim. Hareketli bulutlar, aceleci vefasız kuşlarla yarış halindeydi. Közde pişen buram buram kokan çayımızı içtikten sonra etrafı keşfe çıktık.
Ne tarafa baksam bambaşka bir tablo izliyordum sanki. Çok güzeldi manzaralar. Ayaklarımın altında çıtırdayan kuru yapraklar hüzünlendirdi beni. Ağustos böceği geldi aklıma, yine hazırlıksız mıdır kışa ve yine çalacak mıdır çalışkan karıncanın kapısını?
Mis gibi kokular, cızır cızır sesler çağırınca bizi, kurt gibi acıktığımızı anladık. Sonbaharın göbeğinde üşüyerek yediğimiz yemek unutulmazdı. Pekmez kazanın başındaki adam, kaşığa aldığı pekmeze baktı, baktı, savurdu tekrar baktı, “hımm yarım saati var” dedi, işinin ehli olduğu belliydi. O da ne, yağmur başladı, telaşlı bir koşturmacayla bulunan siniler kazanların üstüne kapatıldı, neyse ki çok sürmedi, kazanların altındaki ateşler etkilenmeden bitti.
Veda zamanı gelmişti. Arabamız üzümler, pekmezler, cevizler, elmalarla doldurulmuştu. Sanki sonbaharı yüklenip gidiyorduk.
Ve yeniden düştük yollara. Garip, görünmüyordu ortalarda, dereye indiğimizde yolun ortasında bekliyordu, bizi geçirmeye gelmişti. Durduk ve vedalaştık. Biraz duygusal bir vedalaşmaydı.