Bugun...



Deprem Bölgesi (Hatay) Notları (3)

28 Ekim 2023 Cumartesi günü öğleye doğru İskenderun Dayanışma Gönüllüleri Merkezi'nden ayrılıp Defne'ye gitmek için yola çıktık

facebook-paylas
Tarih: 14-11-2023 22:15

Deprem Bölgesi (Hatay) Notları (3)

AKLIM VE YÜREĞİM HATAY'DA KALDI

MEHMET ERDAL / HATAY

ANTAKYA VE DEFNE MERKEZ TAM BİR HARABE GÖRÜNÜMÜNDE

26 Ekim günü Dayanışma Gönüllüleri eğitmenlerinden bir arkadaşı AFAD'ın Antakya merkezine götürüp getirdiğimden Belen'in içerisinden ikinci kez geçiyordum.

Belen'den sonra tırmanma bitip inişe geçildiğinde Antakya Ovası'nı görürsünüz; göz alabildiğine uzanır aşağılarda.

Ovaya inip bir süre yol aldıktan sonra önce sağlı sollu yol boyunca yıkılmış, perdeleri ya da kapı ve pencere pervazları sökülmüş depremde hasar almış binalar gördük. Sonra, öyle bir manzara ile karşılaşmaya başladık ki Abidin (Akbulut) “Hiçbir hayat belirtisi yok. Bunca insan nereye gitti ki?” dedi. Depremde ya da yıkım ekipleri tarafından yıkılmış, geriye dönüştürülecek malzemeleri alınmış, kalıntıları kabaca temizlenmiş binalardan geriye kalan yarım metre, bir metre yükseklikte molazlar, uzak noktalarda ayakta kalan tek tük binalar ve kimisi yıkım yapan kepçeler gördük sağlı sollu göz alabildiğince uzayıp giden çok geniş bir alanda.

Navigasyon bizi götürdü, sonradan Samandağ Kavşağı olduğunu öğrendiğimiz döner kavşaktan geriye döndürdü, biraz sonra da sağ tarafta bir yere soktu. Orada kaldık. Durduğumuz yere çok yakın üzerinde “Mansuroğlu Eczanesi” yazan bir konteyner gördük. İlerleyemiyoruz. Varacağımız yer çok yakın, bu anlaşılıyor ama bulamıyoruz. Navigasyonun gösterdiği sokak moloz yığınlarıyla kapalı. Yakınımızda iki kepçe bir binayı yıkmakla meşguller. Araçtan çıkınca fark ediyoruz havadaki tozu. Camlar kapalı, klima çalışır halde geldiğimiz için geçtiğimiz yerlerde fark edememiştik yıkılan binalardan çıkan ve 9 aydır deprem bölgesinde yaşamlarını devam ettirmeye çalışan insanların soludukları her an ciğerlerine girip yerleşen tozu.

Serbay'ı (Mansuroğlu) bir-iki kez aradıktan ve yolu tarif ettirdikten sonra kısa ama strese yol açan yolculuğu tamamladık. Sol Köy'den içeriye girdik.

SOL KÖY

Depremden sonra pek çok depremzede gibi Defne Spor Sahasında (Uğur Mumcu'da Salı Pazarı karşısında) kalan bazı Sol Partililer orasının boşaltılması istenince şimdi bulundukları bahçeyi 3 yıllığına kiralamışlar,16 konteynerden oluşan bir yaşam merkezi kurmuşlar.

4 dönümlük zeytin bahçesi içerisinde kurulmuş Sol Köyü gördüğümüz ilk anda bize İskenderun'dan ayrılırken “Akşama kalmaz dönersiniz. Defne'de buradaki gibi olanaklar yok” diyen Dayanışma Gönüllüsü arkadaşın sözlerine atfen “Burası çok güzel. Burada yaşanır” dedim. Biz deprem nedeniyle kötü olma olasılığı olan koşulları öngörerek buradaki arkadaşlarımıza yardıma ve olanaklar ölçüsünde gezmeye gelmiştik, şimdi ise 25 yıllık pazarcılık yapan benim ölçülerime göre bir kamp yeri ile karşılaşmıştık.

Sol Köy'de yaşayan arkadaşların bazıları karşıladılar bizi. Kısa bir sohbetten sonra bize tahsis edilen konteynerin içerisindeki eşyaların boşaltılması işine giriştik.

5 gece Sol Köy'de bu konteynerde kaldık. Sol Köy'deki arkadaşlara da ilk andan itibaren ısrarla “Size bir faydamız olsun istiyoruz. Az da olsa bize yapılacak iş gösterin” dedik. Ayakta kalmaya çalışmalarının yanı sıra 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak olan yerel seçimde Defne Belediye Başkanlığı için ortak aday çıkarmaya ve 176 köyü kapsayacak şekilde bir üretim kooperatifi kurmaya çalışan arkadaşlarımıza ne kadar faydalı olabildik bilemiyoruz, günlük yaşamlarında kendimizce onlara faydalı olmaya çalıştık.

BİNLERCE BİNA YIKILMAYI BEKLİYOR

İskenderun'a göre Defne'de geceler daha serin ve nemli; ilk gece bir battaniye altında resmen üşüdük. İkinci, üçüncü ve diğer geceler tek battaniye yetti. Sabahları güneş doğmadan erken kalkıldığında bahçedeki sandalyelerin ve masanın üzerinde gece yağan çiği görüyorduk.

Sabah saat 08.00-gece yarısı saat 24.00 arası bulunduğumuz yere kimisi çok yakın kimisi oldukça uzak yerlerde bina yıkımında çalışan kepçelerin sesleri ulaşıyordu.

Anlatılanlara göre ki sonraki günlerde yaptığımız gezmelerde de tanık olduk, asıl olarak Defne ve Antakya'da, daha az oranda kısmen de olsa görebildiğimiz Harbiye'de, Samandağ'da, Hıdırbeyli'de, Vakıflı'da ve gidip göremediğimiz daha pek çok yerleşim biriminde 9 aydır devam eden yıkımlardan sonra bile hala yıkılmaya çalışılan ve yıkım sırasını bekleyen binlerce bina vardı. Gördüklerimiz çerçevesinde bir öngörüde bulunmak gerekirse, bu bölgede yüzlerce kepçe yıkım yapıyor, buna rağmen yıkımların daha uzun süre devam edebileceği konuşuluyordu.

STAJYER DEĞİL, BİLGİLİ VE DENEYİMLİ KAMU GÖREVLİSİ GEREKLİ

İskenderun'da gördüklerimizden kat be kat daha fazla üzerlerinde “Yıkma”, “Yıkmayın”, “Davalık”, hatta bunlarla da yetinmeyip açılan davanın tarih ve dosya nosunun yazılı olduğu binalar gördük. Devletin önerdiği “yerinde dönüşüm” teklifini gerçekçi bulmayan, bu teklifi kabul ederler ise nihayetinde “mülksüzleşeceklerini” düşünen daire ve bina sahipleri bir umut mahkemelerin yolunu tutuyormuş. Bu açılan davalarda dava açanın lehine bir karar çıkacağına inanana rastlamasak da gördüklerimiz bize bu çerçevede çok sayıda davanın açılmış olduğunu gösteriyordu.

Antakya merkezini dolaşmaya gittiğimiz gün deprem öncesi İstiklal Caddesi olduğu söylenen yerde, Asi nehrinin hemen yanı başında, Meydan Camii'nin yakınında, Keko Ciğerci'nin sahibi ile karşılaştık. Ağrılı olduğunu söyleyen bu esnafın deprem öncesi “Keko Kebapçı” adıyla sosyal medyada da sayfası bulunuyormuş. Deprem anında ocağının başındaymış. “Depremde çok can kurtardık” diyor. O iş yeri yıkılınca şimdiki geçici yerine taşınmış.

Şimdi geçici olarak bulunduğunu söylediği yerin tam önünde 3x3 ebatı civarında, 4-5 m yüksekliğinde merdiven boşluğundan ibaret bir bina kalıntısı vardı. Tuttu elimizden, yanına götürdü. İnanılır gibi değildi ama bina kalıntısının içe bakan bir bölümünde “DAVA AÇILMIŞTIR” yazıyordu. Bina sahibinin bunu yapmasının nedenini sorduk. “Yıkılırsa bir daha asla böyle bir yerde mülk sahibi olamayacak da ondan” dedi.

Ailesinde çok sayıda inşaatçı olduğunu söyleyen Ağrılı ciğer ustası bu esnaf arkadaşa göre Antakya'nın normale dönmesi için 20 yıl gerekiyordu. Devlet buraya “genç, dayanır” diyerek şimdi yaptığı gibi idarecinin, mühendisin, mimarın, şehir plancısının... kısacası bu bölgenin yeniden ayağa kalkmasında görev yapacak olan kamu personelini stajyerlerden değil en deneyimli ve en bilgili olanlardan seçip göndermeliydi.

TARİHİ BİNALAR YIKILMIŞ YA DA AĞIR HASARLIYDILAR

Antakya'da en çok merak ettiğimiz ve şimdi ne haldedir diyerek gidip görmek istediğimiz yerlerin arasında HABİB-İ NECCAR CAMİİ, UZUN ÇARŞI ve çevresi de vardı.

Keko Ciğerci'nin sahibi ile karşılaşmadan önce aracımızı, HABİB-İ NECCAR CAMİİ'nin hemen karşısında depremden yıkılmış ve molozları büyük ölçüde temizlenmiş boş bir alana bırakıp, o bölgeyi gezmeye başladık.

Araçtan indiğimiz ilk anda HABİB-i NECCAR CAMİİ gözümüze çarptı; 2018 yılı Nisan ayı ikinci yarısında İlhan Bozkurt ile bütün Akdeniz kıyılarını dolaşarak geldiğimiz Antakya'da İTBF'den (Ege Üniversitesi İktisadi ve Ticari Bilimler Fakultesi) okul ve yol arkadaşımız Antakyalı Süleyman Sakuroğlu bizi bu bölgede dolaştırdığında gördüğümüz camii yoktu artık. Camiinin çevresi belli bir yükseklikte bir biçimde perdelenmiş, iki vinç yardımıyla yukarıdan aşağıya doğru taşlar alınıp camiinin karşı tarafındaki boş bir alana indirilip yan yana diziliyorlardı. Belki gözümüzden kaçmıştır bilemiyorum, indirilen taşların üzerinde herhangi bir sıra numarası yoktu.

Çevrede bulunan ve depremden şu ya da bu ölçüde etkilenip hasar gören tarihi binaların gözle görünür bir yerine üzerlerinde “TESCİLLİ KÜLTÜR VARLIĞIDIR, İZİNSİZ MÜDAHALE EDİLEMEZ” yazılı levhalar asıldığını gördük. “Devlet de yıkım işini verdiği müteahhitlere güvenemiyor olsa gerekir ki bu levhaları asma gereği duymuş” dedim. Çünkü, anlatılanlara göre, yıkım işini alan müteahhitlerin bazıları, yıkılması gereken ağır hasarlı binaların yanı sıra “az hasarlı” olan ve sahiplerinin “güçlendirmeyi” düşündüğü binaları da içlerindeki eşyaların olup olmadığına bakmaksızın yıkıp geçiyorlarmış. Yıkım işini yapan müteahhitlere tanınan haklara göre yıkılan binaların içinde ve inşaatında ne varsa onlara aitmiş, haliyle “az hasarlı” olduğu için boşaltılmayan binalar “kaza” ya da “şehven” yıkıldığında da içlerindeki her şey diğerlerinde olduğu gibi yıkımı yapan müteahhitlerin oluyormuş. Bina sahibi yıkımı duyup geldiğinde “Valilik söyledi, biz de yıktık” yanıtını alıyormuş.

UZUN ÇARŞI, ÇÖLDEKİ VAHA GİBİ BİR YAŞAM ALANI

Uzun Çarşı içerisinde yer yer yıkılan binalar olsa da pek çok iş yeri açıktı. Bazılarında müşteriler alış veriş yapıyorlardı. Mehmet Emir “Daha şiftah yok” diyen esnafların konuşmalarına şahit olduğunu söyledi. Uzun Çarşı'yı büyük ölçüde dolaştık. Çarşı dışına çıkışı sağlayan sokakların bazıları, o noktadan ötesi yıkıntı olduğu için gözle görülebilir bir yerden bir biçimde perdelenerek örtülmüştü.

Uzun Çarşı içinde dolaşırken ayağımız bizi Çınaraltı'na götürdü. Oturduk, çay içtik. Başka müşteriler de bizim gibi çay içiyor ya da çay içerken künefe de yiyorlardı. Antakyalı gençten bir vatandaş şarkı söylüyordu. Birimiz bize çay getiren genç kadın esnaftan adını sıkça duyduğumuz kömbe istedi. Şansımıza kömbe yapıp satan esnaf kapalıymış. Çınaraltından ayrıldıktan sonra en çok orada çay içerken künefe yiyememiş olmamıza hayıflandık. Sol Köy'deki arkadaşlar “Çınaraltı'nda künefe yemeden geldiniz ha!” deyip dalga geçtiler.

Uzun Çarşı ve Çınaraltı ölü bir şehir görünümündeki Antakya'da, çöldeki vahaya benzeyen yaşam alanları gibiydiler.

Uzun Çarşı'ya yakın bir yerde konteynerden yapılmış küçük küçük dükkanlardan oluşan bir çarşı gördük. Hepsi de boştu. Kimisi kura ile dükkanların dağıtıldığını duyduklarını, kimisi de hiçbir şeyden haberleri olmadığını söylediler.

Antakya merkezi dolaşırken yıkılan, yıkılmaya devam edilen binalardan çıkan ve havaya karışan tozları nefes aldığımız her an çok yoğun hissettik. “Keşke maske kullansaydık” dediğimiz oldu.

TURİZM CANLANDIRILMALI

29 Ekim günü Titus Tüneli ile Beşikli Mağarası'nı gördükten sonra Ayhan Kara Vakfı ile Dayanışma Gönüllüleri'nin bisiklet dağıtım törenine katılmak için Samandağ Sahili'ne, 30 Ekim günü Musa Ağacı'nı ve Vakıflı'yı gördükten sonra bir kez daha Samandağ'a uğrayıp Sol Köy'e döndük.

2018 yılındaki gelişimizde Titus Tünelini gidip görememiş, bu benim içimde bir uhde olarak kalmıştı. Görülmeye değer. Beşikli Mağarası'nın benzerlerini pek çok yerde görmek olası ama Titus Tüneli emsalsiz bir eser. Yürünebilen yerlerinde baştan sona yürüdük. Tünelin bitiminde suyun geldiği yöne doğru da biraz ilerledik.

Tünel dışından yürüdüğümüz yerlerde karşılaştığımız yerel halktan satıcılar deprem nedeniyle tüneli görmeye gelen ziyaretçilerde ciddi bir azalma olduğunu söylediler. Dönüşte 29 Ekim nedeniyle olsa gerekir, ziyaretçi gelişlerinde bir hareketlenme gözledik.

Musa Ağacı'nda da 2018'deki gelişimize göre çok az ziyaretçi vardı. Musa Ağacı'nın bulunduğu Hıdırbeyli Köyü yemyeşil çok güzel bir yerleşim yeri. Ağaca çok yakın bir bina sahibi aracımızı park edecek yer gösterdikten sonra mandalina sundu. Kısa süren muhabbet sırasında bir devlet kurumundan emekli olduğunu, kendi yaptırdığı binasında en küçük bir çatlamanın olmadığını, köyde ise 70 civarında binanın yıkıldığını söyledi.

Vakıflı'da yapımı devam eden müzenin de bulunduğu yerdeki kilisenin çatısındaki haçların birisi yerde idi, üretilen ürünlerin satıldığı az aşağıdaki binalardan birisi de kısmen yıkılmıştı. Üretilen ürünlerden almak istiyorduk ama kimseyi göremedik. Her yer kapalıydı. Köy içerisinde sorularımıza önce “Muhtar ile konuşun” diye yanıt veren Ermeni bir kadınla konuştuk. Binası kısmen yıkılmış. Köyde yıkılan ya da hasar gören başka binalar da varmış. İstanbul'daki patrikhane bir konteyner yollamış. Vakıflı'da AFAD'ın yolladığı konteynerler de bulunuyormuş.

HALA ÇADIRLARDA KALANLAR VAR

Mehmet Emir'in kayınpederini ve kayınvalidesini görmeye gittik. Atatürk Stadı'nın yakınında kardeşine ait bir arsanın önünde bir çadırda yaşıyorlardı. Deprem sonrası Datça'ya geldiklerinde tanışmış ve bir de söyleşi yapıp, yayınlamıştım..

Küçük bir çadır. İçerisinde en temel ihtiyaç maddeleri var. Hava oldukça sıcak olduğundan klima çalışıyordu. Yoldan geçen araçların kaldırdığı tozların bir kısmı çadırdan içeriye giriyordu.

Devlet konteyner kentlerin birisinde yer göstermiş, kabul etmemişler. “Konteyner'de yaşam kaç yıl sürecek belli değil. Burada kardeşimin arsasının bir bölümüne prefabrik ev yaptırır içinde kalırız.” diyor. İşçi ve usta bulunamıyormuş. Kış gelmek üzere. Mehmet “Kış geldiğinde prefabrik tamamlanmamış olursa Datça'ya gelirsiniz” diyor.

Görebildiklerimiz çerçevesinde Antakya'da, Defne'de, Harbiye'de, Samandağ'da farklı nedenlerle sokak aralarında çadırlarda yaşamaya devam eden vatandaşlar var. Devletin İskenderun'da olduğu kadar bu bölgede vatandaşların çadırlarda yaşamaya devam etmemesi konusunda duyarlı davranmadığı anlaşılıyor.

Çadırda kullanılan elektriğin bedelini AFAD ödüyormuş. Yakın bir yerde NATO çok sayıda vatandaşa günde 3 öğün yemek dağıtıyormuş. Devlet, deprem sonrası Atatürk Stadı'nda faaliyet gösteren İtalyan Hastanesi'ni oradan çıkartmış...

SURİYE VE SURİYELİLER GERÇEĞİ

Bu bölgeye gelmeye karar verdiğimiz andan itibaren “Gerekirse sınıra kadar gidelim. Suriyelileri, Suriyeliler gerçeğini bir de biz yakından görelim” deyip durmuştum. İskenderun'da bir mahallede Suriyelilerin yoğun olarak yaşadıklarını söylemişler, fırsat bulup gidememiştik görmeye. Defne'ye geldikten sonra ilk kez Asi Nehri kıyısında olta ile balık avlarlarken gördük birkaç kişiyi.

Anlatılanlara ve bazı arkadaşların da gülerek aktardıklarına göre İskenderun'da Suriyeliler kendilerine “Gidin buradan” diyen vatandaşlara “Beğenmiyorsanız siz gidin. Bizi buraya reis getirdi” diyorlarmış.

Depremden sonra bir süre Hataylı bir otel sahibinin ve Datça Belediyesi'nin sağladığı olanaklar ile Datça'da kalan, sonra da Harbiye'ye dönen Bülent Oymak'ı ziyaret ettiğimizde Suriyeli bir Arapça öğretmeni ile kısa bir sohbet yapma olanağımız oldu.

Suriyeli öğretmen 2013 yılında gelmiş. 3 ya da 4 çocuğu varmış, tam anımsayamıyorum. Beşşar Esad'ı olduğu kadar, Beşar Esad yönetimine karşı savaşan cihatcıları da sevmiyormuş. Türkiye Cumhuriyeti kendisine ehliyet vermiş ama vatandaşlık vermiyormuş. Avrupa ülkeleri ise 5 yıl o ülkede kalan birisine vatandaşlık hakkını tanıyormuş. Harbiye'de bahçe işi dahil her işte çalışıyormuş. 800-900 TL. yevmiye alıyormuş. “Sigorta yok. Yaşlanınca ne yapacaksın?” diye sorduğumda elini iki yana açtı. Kiralık bir evde kalıyormuş. “14/28 Mayıs Genel Seçiminde Erdoğan iktidarı kaybetse ve Kılıçdaroğlu iktidar olsaydı ne yapacaktınız?” dedim. “Gidecektik” dedi. “Biz sosyalistiz. Zorla göndermeye kalkarlarsa sizi 'zorla kimseyi gönderemezsiniz' diyerek savunuruz.” dedim. Söylediğime inandı mı bilemem ama gülümsedi. Suriye'de Türkiye'nin, ABD'nin, Rusya'nin rolüne dair konuştuk. Suriye'ye dışarıdan müdahaleleri doğru bulmuyordu...

Son gün, 01 Kasım günü Altınözü'ne ve Tokaçlı'ya, oradan da doğruca Reyhanlı'ya geçtik.

Tokaçlı'da bir tanıdık, aracımızın altı yüksek değilse, yani arazi aracımız yoksa o an bulunduğumuz yerden sınıra gitmememizi söyledi. Anlattığına göre bazı günler Beşar Esad'ın ya da Rusya'nın mücahitlerin bulunduğu yerleri bombalaması sırasında atılan bombalardan dolayı evlerin camları zangırdıyormuş.

Reyhanlı'ya girerken Suriye-Türkiye arasında çekilen sınır telleri yer yer çok net görülebilecek kadar yakınlaşıyor. Bize rehberlik eden Bülent Oymak arkadaşın tanıdığı Reyhanlılı bir öğretmen arkadaş ile buluşup Yenişehir Gölü'ne gidiyoruz, oturup sohbet etmeye.

Altınözü gibi Reyhanlı da oldukça düzenli ve baştan sona “devlet eli değmiş” görüntüsü veren yerler. Bu iki yeri görünce Antakya'da bir vatandaşın devletin özellikle depremden sonra kendilerine olan yaklaşımına atıfla söylediği “Biz devletin üvey evladı bile değiliz, bizi evlattan saymıyor” sözünü anımsadım.

Reyhanlıli öğretmen arkadaş ile Suriyeliler üzerine oldukça yararlı bir sohbet yaptım. Türkçe konuşamayan Suriyeli çocukların doğrudan Türkiyeli çocuklar ile aynı sınıfta okuma yazma öğretilmeye çalışılmasının yol açtığı sorunlara değindi. Vatandaşlığa alınan, geçici oturma hakkı verilen Suriyeli ailelerin çocuklarının okuma haklarının olup olmadığına değil, var olan sistemin eğitimin kalitesini düşürdüğüne dair şikayetleri vardı. İki torunu Almanya'da hazırlık sınıfında okuyan birisi olarak ona hak verdim.

Akşam Sol Köy'e döndük. Arkadaşlar sağ olsunlar, yerel tatlardan Kömbe'yi de tattırdılar.

02 Kasım günü arkadaşlarla vedalaşıp, dönüşe geçtik.

Aklım ve yüreğim Hatay'da kaldı.

(Devam edecek)

 




Bu haber 1277 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SÖYLEŞİ Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI