Bugun...



Doğa Dostu ve Arıcı, Aykırı Bir Marmarisli!

Marmaris civarında dağlarda, parklarda yetişen, doğada kendi kendine yetişen ağaçların tohumlarından, çiçek açan, hızlı büyüyen... Çok hızlı büyüyen türler var, onlardan. Çalı türleri, püren mesela... Çok basit bulunabilen tohumlar bunlar. Bunlar dağlarımızda var. Genelde onlardan atıyorum.

facebook-paylas
Tarih: 14-03-2022 23:48

Doğa Dostu ve Arıcı, Aykırı Bir Marmarisli!

SÖYLEŞİ: MEHMET ERDAL

     Kesin tarihini anımsayamıyorum; onu,  pazarcılık yapmak için Sakar'dan aşağı adımımı attıktan bir süre sonra (90'lı yılların ikinci yarısında) bir vesileyle tanımıştım. İlişkimiz, o günden beri her daim var olageldi.

     Doğma büyüme Marmarisli; kendi ifadesiyle, kuşaklar boyu Marmaris'te yaşaya gelmiş, çok kalabalık bir ailesi var. Evli ve bir kız çocuğu babası. Esnaflık yapıyor.

     Ailesinde, iş ve siyasi çevresinde, tanıdığım kadarıyla, hep “aykırı kişi” oldu. Öyle ki, 2009 yılında yapılan yerel seçimde, Muğla İl Genel Meclisi üyeliği için üyesi olduğu siyasi partiden değil, “Bağımsız aday” olarak seçime katıldı.

     Covid 19 salgını resmen kabul edildikten sonra gündeme getirilen “yasaklara” karşı sesini ilk yükseltenlerden oldu; ona göre, oyun büyüktü ve dünyayı yönetenler, yeni bir dünya düzenine geçmeye çalışıyorlardı. Covid 19, bu çerçevede gündeme getirilmişti. Covid 19 salgını gerekçe gösterilerek, çocukların eğitiminin İnternet üzerinden yapılmaya başlanmasına, sürekli itiraz etti. Çocuklarımız eğitimsiz kalıyor, diyor ve bu duruma şiddetli tepki gösteriyordu.

     29 Temmuz 2021 günü Marmaris/Armutalan'da başlayan ve hızla yaygınlaşan orman yangınından sonraki süreçte yanıp kül olan bölgelerin ağaçlandırılmasına yönelik farklı bir bakış açısı dillendirmeye başladı.

     Bu çerçevede, bazen beni arar ve uzunca görüşlerini anlatırdı. Bir-iki girişimden sonra, nihayet, Marmaris'te bir araya gelebildik. Sohbete başlamadan önce, gel, seninle şöyle bir Marmaris turu yapalım, dedi. Bindik motosikletine, başladık dolaşmaya; Sarıana, Garaj çevresi, Çevre yolu, Cami Avlusu, Datça yolu, Marmaris mezarlığı...

     Dolaştığımız yerlerde var olan ağaçların ve çalı kategorisindeki bitkilerin bazılarının yanında yavaşlıyor ya da duruyor, açıklamalarda bulunuyordu. Motosikletinin benzinini alacak parayı zor bulduğunu ama yanan bölgelere atacağı tohumları getirtmek ve bulmak için sürekli para harcamak zorunda kaldığını, söylüyordu.

     Sıkça mezarlığa geliyor ve ailesinden ölenlerin mezarlarını ziyaret ediyormuş.

     Kısa Marmaris turunu tamamladıktan sonra bir parkta oturduk ve sohbetimiz başladı.

ARICILIK VE DOĞA

     Önceki konuşmalarımızdan düşüncelerini az-çok bildiğim için, doğrudan konuya girdim:

     Orman konusunda, öteden beri meraklı mıydın, yoksa arıcılığa başladıktan sonra mı bu merak başladı?

     “Arıcılığa başladıktan sonra... Çünkü arım olunca, doğa ile ilgilenmeye başladım. Ağaçlardaki çiçeklere, doğadaki çiçeklere, daha önceleri kafamı kaldırıp bakmıyordum. Şimdi ise, hangi ağaç çiçek açıyor?, Ne zaman çiçek açıyor?, Hangi ağacın üzerinde arı var?, Arı ne zaman hangi çiçeğe konuyor?, bütün bunlara dikkat ediyorum. Şimdi şunu biliyoruz; arı yoksa hayat yok. Arı varsa doğa var. Einstein'in bir sözü var, eğer arılar yok olursa, 3-4 yıl içinde doğa yok olur, diye. Çünkü doğadaki tozlaşmanın %90'ını yapan, arılar.”

     3-4 yıl önce, İlçe Tarımın açtığı arıcılık kursuna gitmiş. Belgesini almış. Önce iki, sonra beş kovan sahibi olmuş. 29 Temmuz 2021'de Armutalan'da başlayan ve hızla yaygınlaşan orman yangını sırasında kovanları Marmaris'in Datça çıkışındaki Mezar gediği taraflarındaymış. Yangın o bölgeye sıçrayınca, kovanları almış ve Aksaz tarafına götürmüş. Orada, eşek arıları, üç kovanındaki arıları yemiş. “Normalde, o tarafta kovan çoktur. Ama benim götürdüğüm zamanda, yani Temmuz sonu, hiç kovan yoktu. Demek ki, koyduğum yer, Eşek arılarının yuvalarına yakın bir yerdi.” diyor.

     Sahibi olduğu kovanların ne tür kovanlar olduğunu, soruyorum; tahtadan yapılma kovanlar olduğunu, söylüyor. “Hani kara kovan balı diye satıyorlar ya, kara kovan balı değil tabi, onlar. Kara kovan, belki, Anadolu'da, tek tük yerlerde vardır. Şundan yok; flora yetersiz. Şimdilerde kovan çok. 100 yıl önce tamam ama o zamanlar bu kadar arı yoktu. Şimdi, ticari yapıldığı için, korkunç;  Örn: Marmaris'te binlerce arı kovanı var.” diyor.

      Kovanları, hep Marmaris civarında kalmış; Mezar gediği, Aksaz tarafı... Başka yerlere hiç götürmemiş.

KIZILÇAM VE ÇAM BALI

      Orman konusu açıldığında, Kızılçamı neden öne çıkardığını ve neden Kızılçama çok muhalif olduğunu, soruyorum.

     Kızılçamın budaklı bir ağaç olduğunu ve bu nedenle kerestesinin hiç bir işe yaramadığını, sadece sunta fabrikasında işe yaradığını, söylüyor. “Bir de, sadece kâğıt sanayiinde kullanıyorlar. Odun olarak da işe yaramaz, çünkü çıralıdır. Büyümesi çok zayıf, 30 yılda ancak büyüyor. Haa, kızılçam lazım mı? Lazım. Çünkü biz burada çam balı üretiyoruz. Çam balı için, kızılçam lazım... Osmaniye, Bayır, Turgut, Turunç, Karacasöğüt... O civardaki köylerimiz çam balı yaptığı için, kızılçama da ihtiyaç var... Şimdi, ormancımız, kızılçamı neden istiyor? Bakımı yok, kuraklığa dayanıklıdır, iğne yapraklı, yapraklarını dökmüyor, 12 ay yeşil olduğu için... Bu dedikleri doğru. Ama bakıma ihtiyacı yok mu? Var... Keseböceği denen bir böcek var, onunla ciddi mücadele ediyorlar. Etmezlerse, ağaçlar kurumaya kadar gidiyor...”

     Peki, şimdi bu kızılçam, bu bölgenin öteden beri gelen doğal bir türü mü?

    “Tarihe, mitolojiye bakınca, pek doğal bir tür gibi gözükmüyor. 5000 yıl önce Karyalılar bu bölgede ne yiyip içmişler? O zamanlar bu bölgenin nüfusu, 1,5 milyon; Knidos, Amos, Physkos... 17 tane antik kent var. 5000 yıl önce, bu insanların, kızılçam ile beslenmeleri mümkün değil. Bugün Marmaris'te Armutalan dediğimiz yer, aslında, Armut alanı. Nitekim, doğada da bir sürü yabani armut dediğimiz, ahlat ağacı var. Bizim sedir dediğimiz bir ağacımız var. Sandal diye bir ağacımız var... Menteşe Beyliğinin 300 parçalık bir donanması var. Bunları kızılçamdan yapmış olmaları mümkün değil. Turgut reis diye bir kaptanımız var, dünyaca ünlü. Bu kişinin kaptan olabilmesi için burada tekne yapılması lazım... Bozburun'da bir tekne yapım yeri var. Bunlar akşamdan sabaha olmuş şeyler değil. Örn: yanan bölgelerde, Osmaniye'de, Bayır'da sandal ağaçları var. Balan (Balaban) dağında sandal ağaçları, şu an dahi var. Bunların hepsi bu bölgenin doğal türleri... Benim bildiğim, 50'li yıllardan sonra kızılçam öne geçiyor. Elbette, bu konuda yazılı bir kanıt gösteremem.”

ÇAM BALININ ÖNEMİ

     Hani, sen diyorsun ya, kızılçamın olduğu yerde bitki yetişmiyor, diye; nedeni ne bunun?

     “Güneş aldırmıyor. Ayrıca, çamın o dökülen yaprakları bütün yeri kaplıyor; yeri kapladığı için ne güneş alıyor ne de hava alıyor. Anadolu'da, arıcılığı biraz daha doğal yapmaya çalışan arıcılar, kızılçam ormanına “yeşil çöl” diyorlar. Altında hiç bir bitki yetişmiyor...”

      Çam balının diğer ballara göre avantajlı yönü var da onun için mi halkımız ille de kızılçam diye diretiyor?

     “Bu, biraz da alışkanlıktan kaynaklanıyor. Dünyadaki çam balının %80-90'ını Türkiye, bunun da %80-90'ı Muğla ve Marmaris'teki köylerimizden elde ediliyor. Bu çam balının ana vatanı Marmaris. Çam, dağlarımızda doğal olduğu için arıcımız buna alışmış, kolayına geliyor; ama bal olarak, arıcılar, çam balına bal demiyorlar. Çam balı, salgı balıdır. Arı, çamın çiçeğinden almıyor bunu, çamın üzerinde Basra böceği diye bir böcek var; o böcek çamın özünü alıyor, arı, böceğin salgıladığı beyaz renkli o sıvıdan ki Eylül ayı geldi mi akmaya başlar ve yalnızca bu bölgede olur, alır...”

     Kemal'in anlatımından, bu doğa olayının Karadeniz taraflarında görülmediğini, hatta kızılçamın olmadığını öğreniyorum. Balıkesir taraflarında bazı denemelerin yapıldığını ama sonucun ne olduğunu, bilmediğini, söylüyor.

     “Arı için 12 ay çiçek gerekiyor; bunun için, 12 ay çiçek açabilecek türden bir çeşitleme yapalım” diye devam ediyor konuşmasına: “Ayrıca, kızılçam, yangına dayanıksız bir ağaç. Tamam, kızılçamımız da olsun. Zaten mevcutta kızılçam ormanlarımız var. Ama şimdi yanan bölgeleri yeniden ağaçlandırırken, her yere kızılçam dikmeyelim; parsel parsel, değişik türler dikelim. Karma ormanlar kuralım. Yangına dayanıklı olsun. Ormanda sadece iğne yapraklı değil, yaprak döken ağaçlar da olursa, ormanın güneş alma ihtimali olur. Orman güneş alacak, hava alacak... Doğanın dengesinin değişmemesi gerekiyor. Şimdi orman dediğimiz şeye, sadece ağaç olarak bakıyorsak, zaten çok kısır bakıyoruzdur. Orman dediğimiz şey, hayvanıyla da orman. Yani kuşlara yuva olması lazım; kuşların besin kaynağı olacak, domuzların besin kaynağı olacak, kurdu kuşu... hani orman dediğimiz, komple bir sistem. Bu sistemde, hepsi beraber yaşamalı. Kızılçamda ayı ne yiyecek? Domuz ne yiyecek? Yiyecek bir şeyler bulamazlar ki... Yani sen burada çakal yok diyorsun, şimdi bir tane çakal yok dağlarımızda. Çakaldan, tilkiden, kurttan, ayıdan... Bahsediyorlar, ama şimdi...” İçinden geldiği gibi konuşuyor. Ses çıkarmadan, dinliyorum. “Ormanın yangına dayanıklı olması lazım. Kızılçam yanmaya başladığı zaman, yangın kozalaklar ile sıçradığı için, müdahale edemiyorsun. İstediğin kadar yol aç. Yolu açıyorsun, 10 m; ama kozalak 50 m sıçrıyor. Yolu 50 m açarsak, yazık, o kocaman alana. Tamam, işte o 50-100 m'yi farklı tür yapalım. Örn: Ukrayna, bunu yapmış: Burada çam var, yanına kalkmış adam 100 m, 200 m, 300 m'ye farklı bir tür dikmiş. Dolayısıyla da yangın başladığı zaman itfaiye oraya girip müdahale edebiliyor. Çünkü sırtı sağlamda. Öbür türlü, yani araya farklı bir tür dikmediğinde, sırtı sağlamda değil. Yangın sırasında, arada kalma riski çok yüksek. Haliyle yangına müdahale edemiyorsun.” 

TÜRKİYE ORMANLARINI %28’İ KIZILÇAM     

Yanan bölgelerde şu an yapılan ağaçlandırma çalışmalarında “çeşit” yapıldığını ama ağırlıkla dikilenlerin yine kızılçam olduğunu, söylüyor.

      “Ormancımızın bakış açısı, genel itibariyle, kızılçam üzerinedir. Türkiye ormanlarının %28'i, en çok itibariyle kızılçam. Diğer çam türleri, çok daha düşük oranlarda.” 

     Kemal'in anlatımından, yanan bölgelerdeki ağaçlandırma çalışmalarında dikilen fidanların bir kısmının çelikten, bir kısmının da tohumdan, tohum çimlendirilerek elde edildiğini; dayanıklı olanın ve uzun yaşayanın, tohumdan elde edilenler olduğunu, dikilen fidanlardan kuruyanların dikim zamanından kaynaklanabileceğini, öğreniyorum; “En doğru dikim zamanı, Kasım ayıdır. Çünkü kışın yağış var; ağaçlar, kışın yağan yağışı almalılar. Özellikle de Ege ve Akdeniz'de dağlara ağaç dikme zamanı kışındır” diyor.

     Yanan bölgelerde dolaşarak, doğaya, bulabildiği ağaç ve bitki türlerinin tohumlarını karışık bir biçimde serpiştiriyormuş. “Marmaris civarında dağlarda, parklarda yetişen, doğada kendi kendine yetişen ağaçların tohumlarından, çiçek açan, hızlı büyüyen... Çok hızlı büyüyen türler var, onlardan. Çalı türleri, püren mesela... Çok basit bulunabilen tohumlar bunlar. Bunlar dağlarımızda var. Genelde onlardan atıyorum. Tabi bunları programlı yapabilsek, her şeyi programlı yapabilsek, hani Ocak ayından Aralık ayına kadar 12 ay parça parça bütün ormanımız teker teker çiçek açar. Arıcımızın bu sefer çok uzaklara gitmesine gerek kalmaz” diyor.

BALIN OLUŞUMU

     Pek, o zaman, balda bir karışıklık olmaz mı?

     “Öyle söylüyorlar, ama olmaz. Bal, zaten karışıyor. Bala, baskın olan, adını verir. Onun için zaten biz birinci kesime çam balı demeyiz; ikinci kesime çam balı deriz. Birinci kesimden önce arı yayladan geliyor; kovanın içinde bir miktar çiçek balı var. Arı o ara çama konduğu için çamla tamamlıyor ve kesimi alıyorlar.”

     Anlatımından, çam balında birinci kesim ve ikinci kesim olayının şeker ile alakası olmadığını, öğreniyorum. “Birinci kesim, karışık, tabi daha güzel. Sıkıntısı ne? Donuyor. Çiçekle karışık olduğu için. Bizim burada, bal yiyen insanımız, buna alışık değil. Çam balı donmuyor. O donuyor diye, bu kez onu şeker diye almıyor. Çam balı değil, diyor. Yanlış biliyorlar. Halbuki birincisinde arı yayladan gelmiş, içinde envai çiçekten var, en güzeli o. Tek tük yerden değil, bir sürü çiçekten yapılmış. Pervari, diyorlar, neden? Çünkü Pervari'de envai çeşit çiçek var. Arı hepsinden alıyor. Güzel bir karışım yapıyor. Hatay'da da, mesela, sadece nane balı alıyorlar. Çok büyük nane bahçeleri var, orada olunca da sadece nane balı alabiliyorsun.”

     Çin'de, büyük ölçekli kapalı seralarda yetiştirilen çiçeklerden bal elde edildiğine dair duyumlarımdan söz ediyorum; “Bunu, biz de yapalım. Hazır yanmış ormanlar. Böldük. Kekik yaptık burayı, komple, burayı, lavanta yaptık. Şimdi arının uçabildiği nokta belli. Arı 5-6 km gidiyor. Sen orta yere koydun, 20 km'lik bir alan yaptın, ortasına koydun, arının daha ötesine geçme şansı yok ki... Kekik mesela. Böyle yapıyor Çinliler; çok akıllıca. Ben de bunu düşünüyorum. Kışın portakal yiyoruz, mesela, neden? Çünkü C vitamini var. Kışın gribe vs. karşı, güzel. Biz bunun balını yapsak? Narenciye balı. Şunu diyorum yani; narenciyede C vitamini var, bir de bunun balı? On kat, yüz kat olabilir mi? Kekik yararlı, tamam. Kekiğin balı? Kestane tamam, kestane balı? Nanenin balı? Bütün bitkilerin balı, aklına ne bitkisi geliyorsa. Biz bunları yapabiliriz. Hepsini yapabiliriz. Hepsinin balı olur...”

BAL VE ARICILIĞIN SORUNLARI

     Yani bu bal konusunu özel olarak masaya yatırıp, yani arıcılık konusunu masaya yatırıp, hakikaten bu konuda neler yapılabilir, diye, sormak lazım…

     “Eskiden buna ihtiyaç yoktu; bu kadar arıcı yok, arı yok, gezen arıcı olmadığı için ona hiç gerek yoktu. Ama şimdi ticari anlamda yapılıyor; ticari anlamda yapılınca on binlerce kovan var, bu bölgede yüz bin tane kovandan bahsediliyor, yüz kırk bin kovandan bahsediliyor; korkunç bir rakam bu. Flora yetmiyor. Şimdi, arıcım, şeker fiyatları arttı, diyor; şeker de şeker diyor. Doğru. Şeker lazım mı? Ticari anlamda yapınca, ilk besleme için lazım. Ama flora iyi olsa on çuval kullanacağına bir çuval kullanırsın. Şimdi çiçek açan ağaçlar, bitkiler var işte. Bunlar çok olsa, şeker beslemesi yapmana gerek var mı? Yenidünya, Aralık ayında çiçek açıyor. Manavgat tarafında yenidünyadan bal alıyorlar. Yenidünya olsa, Aralık ayında arı uçmaz mı burada? Uçar. Ağaçtan alacağını alır. O zaman, şekere ihtiyaç kalmaz.”

     Yangın bölgelerini ağaçlandırırken ya da bir ormana farklı açılardan, Örn: arıcılık, doğa, doğanın dengesini sağlama, yangın vb. komple bakmalıyız, diyor. Bu konuda arıcılar, arıcılar birliği, belediyeler... Hep beraber oturup karar vermeliymiş.

YANAN ORMANLIK ALANA TOHUMLAR ATMAK    

Peki, bu konuda, bakanlığın bakışında bir sorun mu var?

     “Onu anlamıyorum. Aslında herkes görevini yapıyor, yapmasına... İlçe Tarım, arı kısmına, Orman, ağaç kısmına bakıyor. Aslında aynı bakanlığa bağlılar ama koordinasyonda problem var. Sorun orada.”

     ‘Arı ve arıcılık ile ilgili akademik çalışma yapılıyor mu?’ diye soruyorum: Varmış. Hacettepe Üniversitesinden Doç. Dr. Aslı Özkırım'ın adını veriyor. “Arı konusunda çok uzman. Bayağı faal. Tabi o sanırım biyoloji uzmanı aslında, konusu, arıların hastalıkları vs. şusu busu falan, hani işin biraz farklı boyutuyla ilgili” diyor.

     Konuyu, tekrar, yanan bölgelerin ağaçlandırılması çalışmalarına getiriyorum. Tohumları, ormana atarken yalnız oluyormuş. İçmeler'de Ali Demirtaş adında bir tanıdığı da kendisi gibi gönüllü olarak ağaçlandırma çalışmalarına katılıyormuş. “Yangından sonra” diyor, “bir oluşumun içerisine de girdi. İçmeleri, gönüllüler ile birlikte, benim yaptığım gibi ağaçlandırdı.

     Ali Demirtaş esnafmış. İçmelerin yerlisi imiş. Arıcılık ile de bir bağlantısı varmış. “Arıcılar biliyor işin aslını” diyor. “Yani, arıcılar doğayı, bitkiyi, ağacı biliyorlar. Hangi ağacın ne zaman çiçek açtığını biliyorlar. Doğanın ne zaman çiçeklendiğini biliyorlar. Ne işe yaradığını biliyorlar. İnsan doğayı seviyorsa, önce arıcı olmalı; arıcı olursa, iki kovanı olursa, mutlaka doğayı sever.”

     Arıcılığı ticari anlamda yapan ve arıcılar arasında “gezen arıcı” olarak kabul edilen bazı arıcıların Sivas'a ve Erzurum'a kadar gittiğini, söylüyor.  Şaşırıyorum. “Adamın bin kovanı var. Buraya gelen arıcıların çoğu Ordulu. Türkiye'de, en çok, Ordu iline bağlı arıcı var. Ama Ordu'da arıcılık yapmıyorlar. Oradan geliyorlar buraya, sonra da geziyorlar. Çam zamanı... Çama geliyorlar, gezgin arıcılığın en çok geldiği yer burası; Marmaris, Muğla. Türkiye'deki bütün arıcılar mutlaka bir kez olsun Muğla'ya uğrar. Kışı burada geçirirler. Çam balını buradan alırlar. Ordu'da arıcılık yapılır mı? Yapılmaz. Yoktur yani. Ama Türkiye'nin en çok arıcısı Ordulu. Ordulular yapar...”

ÇAM VE BASRA BÖCEĞİ

     Yangın sırasında, Osmaniye tarafındaki arılar büyük ölçüde dışarıda idi. O günlerde, Datça gibi bölgelerin, bu arılara “alternatif yeni bölgeler” olarak düşünüldüğünün konuşulduğunu, söylüyorum. Acaba, arı, o bölgelerde de, Osmaniye tarafında ki gibi aynı çam balını üretebilir miydi? Yoksa Basra böceğinin orada da olması mı gerekirdi?

     “Olması lazım. Çamın olması bir işe yaramıyor. Mutlaka Basra böceğinin olması gerekiyor. Basra böceğini sağaltmak gerekir. Oralara götürmek lazım. Onun denemeleri zaten yapıldı. Datça bölgesinde var ama Datçalılar sokmuyor tabi. Arıcının ancak kendisine yetiyor. Muğla dışından, buraya, Eylül ayında, çok arı geliyor. Türkiye'deki arıcıların tamamına yakını buraya geliyorlar. Ticari anlamda arıcılık yapanların hepsi gezen arıcıdır. Sabit arıcılık çok ticari olmuyor, işin doğrusu. Buralarda, sabit arıcılık, çok fazla yok. Genelde Karadeniz Bölgesinde, İç Anadolu Bölgesinde, Doğu Anadolu Bölgesinde... Çünkü oralarda flora belli zamanlarda açıyor. Ne zaman açıyor? Haziran'da açıyor. Ağustos'ta bitiyor; üç ay. Dönemi, bu kadar. Onlar çiçek balını alıyor ve sezonu kapatıyorlar. Orada kalıyorlar. Arının soğukla bir sıkıntısı yok. Örn: kar yağmış, arının onunla bir sıkıntısı yok. Ticari yapanlar, dolaştırmak zorundalar.”

     Peki bir yılda kaç defa bal alınıyor, arıdan?

     “Çam balından üç kez kesiyorlar. Ondan önce narenciye balı alabiliyor mu? Alıyor. Narenciye, Mayıs ayında çiçek açıyor, Mayıs'ta narenciye balını alıyor, sonra...”

     Aynı arı, bir yerde narenciye, bir yerde başka bir şey...

     “Tabi, tabi.”

ARILAR FARKLI FLORALARDA, FARKLI LEZZETLERDE BAL YAPAR

     Anladım. Yani arıyı üretici gibi düşün, farklı floralarda farklı türden bal yapıyorlar.

     “Arının toplam ömrü 45 ile 60 gün arası. Fazla yaşamıyor ki arı. Verimli bir kraliçe arı, günde 2000 yumurta atıyor. Kraliçe arının şöyle bir özelliği var, arı sütünün özelliği orada; Türkiye'de bizim arı sütü üretimimiz 1-1,5 ton civarında. Çoğunu ithal ediyoruz biz, bilmem kaç ton kullanılıyor, ne kadar kullanılıyor, bilmiyorum. Toplam üretimimiz 1-1,5 ton filan. Kraliçe arıyı arılar sadece arı sütü ile besliyorlar. Arı ilk başta, belli bir dönem arı sütü ile yaşıyor, hani böyle şey dönemleri var onun, bir müddet arı sütü ile besleniyor, kovan içi bakım yapıyor, sonra 20-25 gün dışarıda tarlacılık yapıyor... Hani dışarıdan polen topluyorlar ya, nektar getirme görevini yapanlara tarlacı arı diyorlar. Ama ilk çıkan arılar, kovanda yumurtadan çıkan arılara bakıyorlar. Eğer kovanda kraliçe arı yoksa arı içlerinden bazılarını kraliçe arı olarak seçiyor, onları sadece arı sütü ile besliyorlar. Normal yavruları bal ve polen ile besliyor. Sadece Kraliçe arıyı arı sütü ile besliyorlar. Arı sütünün ömrü 5-6 yıl. Kraliçe arının verimi 2-3 yıl; günde 2000-3000 yavru yaptırırsan, sonra onun verimi bitiyor, ama 5-6 yıl kadar ömrü var; arı sütü ile beslendiği için. Arı sütünün önemini anlayabiliyor musun? Müthiş bir şey. Birisi 60 gün yaşıyor, birisi 6 yıl. Yani, 30-40 kat. Çok fark ettiriyor. Yani arı sütünü içen insanın da, zeytin mesela, 5000 yıllık bir ağaç, zeytinyağı sağlıklı. Baktığımız şeylere hep ona göre bakmalıyız. Yani hangi ağaç uzun yaşıyor ise onu yiyende zaten ona göre uzun yaşıyor.”

     Kemal anlatmaya devam ediyor, ben de dinlemeye: ”Arıya, biz, ne olarak bakıyoruz? Sadece, bal olarak bakıyoruz. Hâlbuki aslında arı öyle bir şey değil. Zaten bütün doğanın yaşaması için, çiftçinin de veriminin yüksek olması için arının olması lazım. Arı yoksa çiftçi olmaz. Ama bizim çiftçimiz ne yapıyor? Gündüz vakti ilaç diye zehir atıyor, arıyı da öldürüyor. Adana bölgesinde bu çok yaşanıyor. Adamlar oturup ağlıyorlar. Bütün kovanı gitti bir adamın ya; 800 kovanı yok oldu. Geriye hiç bir şey kalmadı... İlacı akşam atabilirsin. Belediyeler ilaçlamalarını akşam yapabilirler, ama hava kararmadan başlıyorlar ilaç atmaya. Bu bölgede mesela, belediyelerimizin buna dikkat etmesi lazım, ama etmiyorlar. Hiç etmiyorlar. Ot ilacı atıyorlar yol kıyılarına, ama bunu gündüz atıyorlar. Aslında, ot ilacını kesinlikle atmamak lazım...”

     Bu konuda çok hassas olduğu anlaşılıyor. Örnek veriyor: “Maçoğlundan öğrendiler ya, Maçoğlu hani liste yaptı ve astı ya belediyenin harcamalarına dair, bizim belediye de yaptı. Oraya yazmış: 44.000.00 TL ilaç bedeli diye. Buradaki bütün çevrecilere de söylüyorum, nasıl çevrecisiniz siz, adam 44.000.00TL diye yazmış bir de; gözümüzün içine batırırcasına... Adam bildiğinden değil tabi. O, böyle bir iş yaptığını nereden bilsin? Onu, park bahçeler müdürü de bilmiyor. Alttaki elemanlar köylü değil mi, köylü. Onlar, yahu bizim orada atılıyor deyip atıverdi mi, 5 yıl orada hiç bir şey yetişmiyor... Benim evin oraya attılar, bir tane araba vardı, işe gidiyordum, durup bakacaktım, olmadı; yahu attılar ve gittiler. Bir gün sonra baktım, kahverengi oluvermiş. Şöyle otlar vardı. Bir gün sonra yok. 5 yıl hiç bir şey çıkmıyor orada. Yani bazı şeyleri ezbere yapıyoruz. Hani oraya da yazmış, 44.000.00 TL diye. 44.000.00 TL zehir atmış. Çevreciler de ezbere yapıyorlar işlerini...”

ORMAN BİR BÜTÜNDÜR

     Peki, o zaman şöyle özetleyelim: Orman dediğimiz, ağaçlardan mütevellit bir olay değil. Onu o çerçevede tartışamayız. Senin itirazının temeli, bu. “Komple ele almak lazım; hepsi beraber ele almak lazım.”

     “Evet. Ormana ekonomik bakıyorlar, tamam, ekonomik bakalım, bir sürü endüstriyel bitki var, mesela defne... Yani bir sürü faydası var bunun, ciddi bir ekonomik getirisi de var; 12 ay yeşil, çiçek açıyor, arıya faydalı ve tıbbi bir bitki. Biz bunun çoğunu ham madde olarak gönderiyoruz. Aslında bir distilasyon (damıtma) yapıp, onun yağını yapıp bir sürü şey de kullanabiliriz. O şekilde katma değer yaratıp satsak, çok daha fazla gelir elde ederiz.  Burada turist bekleyeceğimize, otur on tane distilasyon (damıtma) fabrikası kur, değil mi, oturalım, onu yapalım. Muğla'da var, mesela, ya Profesör ya da doçent bir kadın var, o kadın anlaşmalı tarım da yaptırıyor. Araştırmış, kullandığımız bütün parfümler, işte bunların hepsi ithal. Bunları bizim buradan doğal bitkilerden, onun için lavanta ektiriyor, kekik ektiriyor, işte öyle bir sürü, hani öyle köylü ile anlaşmalı... Katma değerli bir şey yapıyor. Müthiş bir şey yani. Hani yapılıyor mu, bu işler? Yapılıyor. Yapılmıyor da değil. Tek tek yapılıyor. Sadece bunu biraz çoğaltmak gerekiyor... Fıstık çamı dikelim. Fıstık çamının içi, şu anda, Migros’ta, küçük ambalajlara koymuşlar, 20 gramı 27,50 TL... Kilosu bin üç yüz küsur liraya geliyor. Müthiş bir şey. Balıkesir'de insanlar bundan çok ciddi gelir elde ediyorlar. Şeyi de deneyebiliriz, bilmiyorum denenmiş mi? Fıstık çamına o Basra böceğini... Belki olabilir. Olur mu? Olabilir... Domuzlar aç kalıyor, iniyorlar şehre. Neden aç kalıyorlar? Dağda yiyecek hiç bir şey bulamıyorlar. Meyve vb. bir şeyler olsa ki var aslında ama tek tük var, inerler mi? İnmezler. Kızılçam çok yayılmacı bir tür. Durduramıyorsun kızılçamı...”

     Kemal, arı, arıcılık, orman ve kızılçam konusuna, bir bütün olarak bakıyor; bunları birbirinden ayrı ele almanın yanlış olduğunu, düşünüyor...

     45 dakika kadar süren bir sohbet yapıyoruz; söylediği her şeyi kaydediyorum. Sonra ayrılıyoruz.

     14.03.2022/Datça




Bu haber 1341 defa okunmuştur.


FACEBOOK YORUM
Yorum

İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK DİĞER SÖYLEŞİ Haberleri

YAZARLAR
ÇOK OKUNAN HABERLER
  • BUGÜN
  • BU HAFTA
  • BU AY
SON YORUMLANANLAR
HABER ARŞİVİ

Web sitemize nasıl ulaştınız?


nöbetçi eczaneler
HABER ARA
Bizi Takip Edin :
Facebook Twitter Google Youtube RSS
YUKARI YUKARI